Bir varmış, bir yokmuş. Masalın yalanı mı olurmuş? O yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan… Bu da mı yalan? Derken, sabahleyin erken, keçiler koyunları tıraş ederken, tahta kurusu saz çalar, sıçan cirit atarken, çıkmış bir kocakarı ortaya… En sonunda açmış ağzını, yummuş gözünü. Bir laf etmiş, bir laf etmiş… Bakalım ne laflar etmiş…
Bir zamanlar, Kaf Dağları’nda güzel mi güzel bir kız çocuğu yaşarmış. Güzellik bu ya, bu küçük güzel kız çocuğunun girdiği, baktığı, dokunduğu her yer, her şey kendisinden bir güzellik dolup taşarmış. Öyle ki, solan çiçekler yeşerir, kuruyan ağaçlar yeniden filiz verirmiş. İşte bu küçük kızın, oturduğu ev de öyle güzel öyle güzelmiş ki… Siz deyin yakuttan, ben diyeyim zümrütten. Bulutların içinde midir yoksa bulutlar onun elinde midir, bilinmezmiş. Gökyüzündeki yıldızlar sanki elinin altındaymış. Geceleri taç olur, tel tel saçlarına konarmış yıldızlar. Yüzü ışıldasın mı gülsün mü, kalbi parlasın mı piti piti atsın mı, seçemezmiş. Bu güzel kızın bir de yanından bir an olsun ayırmadığı, mini mini yumuşacık oyuncak ejderhası varmış. Geceleri sarılıp, ayın ışığında en tatlı rüyalara dalarlarmış ikisi Drako’yla. Drako onun hem oyun arkadaşı hem dostu hem sırdaşı hem de her şeymiş.
Böyle parlak, sıcak, en tatlı rüyaların dans ettiği bir gecede önce garip bir ses işitilmiş. Gürültü. Öyle bir gürültü ki küçük kızın minicik kulakları korkudan kalbine sığınmış. Sonrasında bir titreme. Öyle bir sarsıntı ki, dağların eteklerinden yukarı hızlı, çevik bir canavar ağzını aça aça yeri göğü yalayıp yutuyor, arkasında da dibi görünmeyen bir karanlık çukurlar bırakıyormuş. Gürültü ve sarsıntı, iki sıkı arkadaş olmuş, el ele verip dağın tepesine kadar tırmanmışlar. Varmışlar kızın evine. Bakmışlar ki elinde sımsıkı tuttuğu ejderhadan bozma bir oyuncak, bir de kendilerine kilitlenmiş bakan iki solgun gri taş. Işıldayan tokaları saçlarından düşmüş bir bir kızın. Feri gitmiş gecenin. Şimdi adı karanlık olmuş gecenin. Titrek bedeni, göğüs kafesinden fırlayacak yüreğini güç bela ayakta tutuyormuş. Son bir hamleye bakıyormuş her şey. Gürültü ve sarsıntı o an ellerini bırakmış, karşı karşıya gelmiş ve birbirlerine sımsıkı sarılmışlar. İşte bu sarılmayla, küçük kız karanlığın en kuytu dibine doğru fırlamış.
Süzülmüş kız bulutların yumuşacık eteklerinden dağların sert kokusuz köklerine. Uçsuz bucaksız bir boşlukta salına salına, hiç ses çıkarmadan, öylece süzülmüş. Tek düşündüğü şey, elinde sıkıca tuttuğu biricik dostu Drako. Ya kayıp düşerse, ya bir şey olursa ona, ya ya ya… Ardı kesilmemiş. Ellerini göğsüne sıkıca kenetlemiş. İki elinin tam ortasında, kalbinin olduğu yerde Drako’yu, sıkıca bastırmış da bastırmış. Az gitmişler, uz gitmişler, dağların başlarına, başlardaki dallara, dalların budaklarına çarpa çarpa, yaşlı bir dağın köhne evine konmuşlar.
Küçük kızın bedeni yerle bir olmuş. Ya yer bedenden çıkacak, ya beden yerden. Önce elleri can bulmuş. Yoklamış Drako’yu. Her şey yolunda. Drako minik parmak uçlarındaymış. Sonra ayak parmak uçları kımıldamış kızın. Soğukmuş toprak, eşelenmiş. Aklına gelmiş. Gözlerini açmayalı o kadar zaman olmuş ki. Bir umut, bir gayretle aralamış göz kapaklarını. Bir sağa bir sola yavaş yavaş etrafını süzmüş. Şaşırmamış. Her şey beklediği gibi, düşündüğü gibi yerli yerince karanlıkmış. Nerede kalmış zümrüt yeşili ev, ay ışığı rüyalar, yıldız taçlar, pamuk pencereler, ışıldayan yüz, parlayan kalp… İlk özlemi belirivermiş evine o an.
Günler geceleri, geceler heceleri, heceler dizeleri kovalamış. Üç sene üç ay üç hafta geçmiş. Ve bir gün, hiç de beklenmedik bir gün, ses çıkagelmiş küçük kızın bağrına. “Jumaha… Jumaha… Kendine gel.” Ürkmüş küçük kız. Kim olsa ürker, hangi aklı kaçak gelebilir ki buralara? “Kimsin sen?” diye hemen atılmış kız. “Ne isem neyim, ben de senin gibi bir insan oğluyum,” diye yanıtlamış ses tez. Kalbine yönelmiş, anlamsız sözler gelmiş dinlememiş, bıdı pıtı pırt bit bir şeyler geveleyip duruyormuş ama bir türlü anlayamıyormuş. Hemen ellerini yoklamış tekrar. Elleri boş. Göğsünü yoklamış. Göğsü bomboş. Yerinden hızlıca doğrulmuş. Oturmuş. Bir sağa, bir sola demeye kalmadan, karşısında bir karaltı görmüş. Karanlığın içinde bir karaltı. Bu ne biçim şey böyle? Oluru olmazı sorgulamaya kalkacakmış ki, Drako gelmiş aklına. Drako nerede? Telaşlanmış. Pıtı pıtılar devam ederken; “Korkma Jumaha. Benim Drako. Yanındayım.” Dünya’ya geldiğinden beri yanından bir kez olsun ayırmadığı o sevimli ejderhası, olmuş yedi kafalı, on boynuzlu, gözleri volkan, kanatları yedi lavdan bir yılan. “Korkma,” diyormuş Drako arka arkaya. “Yaklaş. Korkma.” Duyduğu en saçma, en anlamsız, en boş söz. “Bana en sevdiğim meyvenin adını söylersen gelirim,” demiş Jumaha. Hemen cevaplamış Drako: “Ahududu. Ama tadı ne çok tatlı ne çok mayhoş, böyle ağzında pamuk şekeri gibi ağzında eriyen, yumuşacıklardan. Pembenin en güzel tonu olmalı ahududunun. Zaten sen onun pembeliğini seversin. Bir de zahmetsiz ya yemesi. Yoksa tadı ha var yok ha yok senin için.” Jumaha, şaşkınlıktan ağzından akan suyun tadında ahudunun kokusunu alabiliyormuş. Drako ise bilmenin verdiği haklı gururla şöyle bir okkalı ateş püskürtmüş ki ohh… Her yer ateşin turuncusuna, kırmızısına, sarısına boyanmış. Kız usulca Drako’nun yanına yaklaşmış. “Benim tatlı Drako’m. Biliyorum senin de en sevdiğin renk turuncuydu.” Hangi boynuna sarılacağını bilememiş. Kız tam sarılacakken Drako: “Atla boynuma gidiyoruz artık buralardan,” diyerek kızı kararsızlığın illetinden kurtarıvermiş.
Drako’nun gözleri… Nasıl da kızıl, nasıl da keskin, nasıl da derin… Jumaha baktıkça içinde eriyeceğini bilse de kendine hakim olmak o kadar zormuş ki… Bakmış, dalmış, çıkmış, tırmanmış başının üstüne, iri beyaz boynuzlarından sıkıca tutunmuş. Bir daha bırak mı? Asla. Diplerden yukarı çıkarken, çarptığı dağların dallarına bir bir dokunmuş, gülümsemiş. Yüzünde inceden parlayan bir güneş belirmiş sanki. Uçmuşlar, uçmuşlar. Bir Sedir ağacının gölgesine varıp soluklanmışlar. Drako gitmesine gidermiş daha ama ne? Ağaçların birbirine ıslık çalıp şarkı söylediği bir yer. Gider mi hiç Jumaha buradan? Her bir yeşilin derinlerine kök salıp, köklerin birbirleriyle dans edişinin şarkısıymış bu gölgedeki ferahlık. Ferahlığın verdiği güven… Kız çektiği nefesle birlikte çekmiş içine ne kadar ıslıkların sesi varsa. Drako ise, bu durumdan pek de memnun kalır hali yokmuş. Kendi kendine homurdanıyor, kanatların her birini bir o yana, bir bu yana savuruyormuş. Kız nefes aldıkça nefesi kesiliyor, daralıyor, küçülüyormuş. En sonunda kendisini tutamamış ve yedi boynuzunu birden söküp atmış. Kız olanı görünce kesmiş derin nefesini: “Neler oluyor?” “Tam da olması gereken oluyor, devam edelim,” diye şaşırtıcı bir cevapla karşılık vermiş Drako.
İleride babaları yeşil, anaları mavi, çocukları turkuaz bir nehre ulaşmışlar. Gitmiş cam gibi nehrin yanına, kana kana suyunu içmiş evvela. İçtikçe, kayıp giden yıldız tacı tel tel beliriyormuş saçlarında, yerli yerince. Su o kadar berrakmış ki, saçlarındaki ışıltılar nehri boylu boyunca kaplamış. Drako kenarda bekliyormuş sabırla. Anlamış ki sudan korkuyor Drako. Hemen az ötede bir sandal gözüne çarpmış kızın. Karşıya geçmek için bu sandalı kullanabilirlermiş de ne gerek varmış ki nasılsa uçamazlar mıymış? Hayır. Drako sandala binmek istemiş. Uçmadan gitmek nasıl olurmuş bir görmek istemiş. Kızsa atmış kendini nehre. Nehrin akıntısına bırakmışlar kendilerini, varmışlar bir kıyıya. Olabildiğince mormuş burada her şey, misler gibi bir koku yayılmış etrafa, mis. Ne olduğunu bilemediği için Drako hemen söze başlamış: “Lavanta Jumaha. Bunlar lavanta.” “Sen niye üzgünsün peki? Ne oldu, yüzün neden asık?” diye sormuş Jumaha. Yutkunmuş, bir kızıl nefes vermek istemiş ama ateşi gitmiş Drako’dan. Püskürmemiş. Püskürememiş bile hatta. “Ateşimi alan bu nehir olmalı. Morun kokusu kaç başımı aldı? Müthiş bir ağırlığın için nasıl hafifleyebilirim Jumaha? Galiba iyiyim.” Kız bir lavanta almış, kulağının tam arka kıvrımına takmış. Taktığı gibi, Drako’nun yedi kafasından altısı birden düşmüş yere. Tek baş, tek kanat, kalakalmış lavantasıyla öyle.
Artık bitti bitecek. Zahmetle kaldırabildiği kanadıyla bir yeri göstermiş Drako. Bitsin istiyormuş çünkü. Bir an önce bitsin. Burası renk renk güllerle kaplı ufka uzanan güzeller güzeli bir bahçeymiş. Lavantalarla güllerin kokusu karışıyormuş birbirine. Az git, uz git, ulaşılmış güzelim kokulu gül bahçeye. Kızın yüzünde güller açmış. Kırmızılardan pembeye, beyazlardan mavilere, olabildiğince gül, hepsi birbirinden renkli, birbirinden gül kokulu, sevgi kokulu… Açmış yüzünde güller, hem de hiç biri artık hiç solmayan rengarenk güller. Tam da böyle bir güzelliğin tam ortasında, kız kendisine köşeden göz kırpan yeşil bir gül görmüş. Sapı altından, yaprakları gümüşten, dikenleri ipekten. Rengarenk güllerin içinde biricik o gül çok farklıymış. Drako’ya yönelmiş hemen, o da görsün istemiş ama nerde. Drako görememiş. Çırpmış kanadını, yükselmiş göğe, bakınmış, aranmış. Yine de görememiş. Mümkün değil ki yanı başındayken bir şeyin görülmemesi? “Sadece ben miyim gören, yoksa görünmeyenin bir yönü mü var görünen?” diye sormuş kendi kendine. Güle yaklaşmış. Yeşilin tüm tonlarıyla kıza öyle bir gülmüş. Altınları gümüşleriyle kavuşmuş, kızı sarmış sarmalamış. Demiş kız, “Sen nesin böyle, nasıl oldun böyle, nedir bu durum ve ben neden buradayım?” Gül dile gelmiş, “Ben sesim. Kalbinin sesiyim. Bugüne kadar burada beni bulmanı bekledim. Sonunda beni duyabildin, görebildin, sarılabildin. Şimdi dediklerimi sırasıyla yapmanı istiyorum. Gümüşten yapraklarımı al. Onlar senin kanatların olacak. Seni daima doğru ve güzel yol üzerinde tutacak. Altın sapımı kopar, başına taç yap ki düşüncelerin yorulduğunda tacım sana yol göstersin. Yapraklarımı al, başından aşağı savur ki baştan aşağı zinde, güçlü olasın.” Kız, gülün dediklerini sırasıyla yerine getirmiş. Drako, olanları seyrederken içini hafif bir ürperti kaplamış. Kendi kendine, “Şimdi Jumaha, kanatlandı, taçlandı, yeşerdi. Bana ihtiyacı kalmadı. Korkularıyla başa çıkabilecek güce erişti. Pek güzel.” Güllerin arasında toprağa süzülmüş, gitmiş; bir olmuş bedeni mis kokularla. Kız, uzaktan izlemiş yok oluşu. Durmuş ve gülleri koklamış. Drako oradaymış. Üzülmemiş. Onu bırakabileceği en güzel yere bırakmış.
Güneşe dönmüş yüzünü güzeller güzeli kız. Kanatlarını sonuna kadar açmış. Kaf dağlarının bir zamanlar eski yerlisi, şimdi kendi kanatlarıyla, yeniden evine gitmek için yola koyulmuş. Ufukta bir yıldız. Yerini almış.
Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı dinleyenin başına. Biri bu masalı anlatanın başına. Biri de kendisi ile bir olup kalbinin sesini dinleyen cesur gümüş kanatlı kızların başına.