Dudu

Şale Köse 744 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

‘Dudu’ koymuştu ismini doğduğunda babası. “Bülbül dillidir benim kızım” diye severdi evladını. Dudu çekingen ve utangaç ifadesiyle gülümser, tebessümünün bir su damlası gibi yayıldığı yüzünü öne eğer, evlerinin her köşesine damlatırdı kalbindeki sevinci.  Hoşuna giderdi bülbüle benzetilmek ama yine de bir tarafı buruk kalırdı. Okula başlamadan önce mahalledeki çocuklar, okula başladığında ise sınıf arkadaşları, genç kızlığa adım attığında yanına yanaşan ilk delikanlı da dâhil olmak üzere, öncelikle ismiyle dalga geçerlerdi. Sonra severlerdi Dudu’yu sevmesine ama o aklından hiç çıkaramazdı şaka konusu olduğu o ilk anları. Tanışma anında ismini söylemek zorunda her kaldığında, içten içe kızardı babasına koyabileceği başka bir isim yok muydu sanki diye… Hayatındaki tek sorunu, kalbini sıkıştıran yegâne derdi bundan ibaretti Dudu’nun. Öyleydi öyle olmasına ama yine de uykusuz geçirdiği geceler, annesi kendisine seslendiği zaman kulaklarında çınlayan ismi, öğretmenleri onu sözlüye kaldıracağı zaman ismini söylediklerinde, diğer çocukların tek bir ağızdan, hem de uzata uzata ismini tekrar etmeleri kısacık ömründe gördüğü en uzun kâbusları gibiydi. Kimseye duyduğu sıkıntıyı anlatamaz, içine dökerdi tüm kasvetini sessizce. Uzun boylu, incecik, selvi gibi bir kızdı. Beline kadar uzanan güneş rengi saçları zarif yüzüne dökülür, oradan da belini bir altın kemer edasıyla kaplardı her adımında. Yanından geçenler gördükleri güzelliğe doyamaz, dönüp tekrar bakarlardı ardından cennetten yeryüzüne düşen bir melek görmüşçesine. Yaşamın en güzel zamanlarındaydı. Sesi ‘babasının da dediği gibi’ bir bülbülü andırır, dudaklarından yeryüzüne dökülen her bir kelimede hoş kokulu bir gül açardı Dudu’nun sevdasına muhtaç… Ama o bunu bilmez, hüznüyle soldururdu açmaya vakit bulamadan üstüne kara bulut örttüğü pembe tomurcukları.

Bir gence sevdalanmıştı; uzun boylu, kara yağız… Her adımıyla toprağı titreten, omuzları yüce dağlar gibi dik ve gökyüzüne değen, kirpiklerinin sıklığı ile gözlerine sürme çekilmişçesine sert ve kartal bakışlı delikanlıya kaptırmıştı ürkek yüreğini. Bakkala ekmek almaya gittiğinde, bir kuş gördüğünde, ayağı yerdeki taşa takıldığında, ağacın yeşil dalına dokunduğunda, bir çiçek kokladığında, gece yatağına uzandığında, uyku diye sevdiğinin hayaline daldığında, sabah olup gözünü açtığında açık olan pencereden yüzüne esen meltemde sevdiğinin hayali ile yanıyordu. Yangınını söndürebileceği en ufak bir su damlasına olan heyecanı, aklına ismi geldiğinde sönüyor, buğusu bir perde gibi örtüyordu ‘aşk!’ diye haykıran gözlerinin feryadını. Oysa ismini dahi bilmediği o heybetli genç de onun sokağından geçmeden varmak istemiyordu gideceği yere. Bunun farkındaydı Dudu. Bakışlarını gözlerinin en derinine dikmesinden, hızlı adımlarını evinin önüne geldiğinde yavaşlatmasından, ciğerlerine çektiği havayı en derinine kadar bastırmaya çalışmasından anlıyordu delikanlının da ona karşı olan hayranlığını. Ufacık bir hareketiyle, belli belirsiz göz kırpışıyla veya kendisinin bile zor duyabileceği bir iç çekişiyle hemen yanına varacağını hissediyordu sevdiğinin. Minicik bir işaret bekliyor gibiydi uzanıp Dudu’nun ellerinden tutabilmesi için… Dudu ise hafifçe başını öne eğer, yüzüne gölge düşürür, o anda ve de belki de asla umurunda olmayacak bir şeyle ilgilenir gibi görünür, yanına yaklaşabilmesine izin vermezdi. Çünkü ilk cümleler hep aynı soruyla başlardı. “İsminizi öğrenebilir miyim?” Asla cevap vermek istemeyeceği bu soru yüzünden âşık olduğu delikanlı ile aralarında uçurum oluşmasına müsaade ediyor, belki de bir ömür sönmeyecek bir ateşi kendi elleriyle, canının acısına aldırmadan söndürüyordu. Gün geçtikçe zayıflıyor, narin yüzü daha da inceliyor, uzun zarif parmakları kışın ayazına dayanamayıp, kurumaya yüz tutan dallarmışçasına kuvvetsizleşiyordu. Annesi ve babası kızlarının bu hâlini görüyor, çevresinde dört dönüyorlardı sebebini öğrenebilmek için. Alamadıkları her cevapla yıkılıyorlar, çaresizliklerine kahrediyorlardı. Bir neden olmalıydı bülbül dilli kızlarını lâl eden… Hasret kalmışlardı tatlı melodiler gibi kulaklarına dolan evlatlarının şakıyan sesine. Ne ısrarla cevap arayışları, ne de yalvarışları kâr etmiyordu dilini çözebilmelerine.

Şu dünyada derdini anlatabildiği, sevincini, hüznünü, sevdasını paylaşabildiği tek bir dostu vardı Dudu’nun. Aynı mahallede oturuyorlardı kendilerini bildiklerinden beri. Aileleri de yakın dostluklar içerisindeydiler. Evleri yan yanaydı. Sadece aralarında yemyeşil, papatyalarla bezenmiş minik bir yeşil alan bulunurdu. Çocukluklarında yere bir sofra bezi serer, evden getirdikleri yiyecekleriyle tatlı piknikler yaparlardı. Anneleri onlar için kekler yapar, mis gibi kokan börekler açar, yanına da taze sıkılmış meyve suları koyarlardı. Kardeş gibi büyümüşlerdi. İkisi de evlerinin tek kızlarıydı, hatta tek çocukları… İsmi Tuğba’ydı biricik arkadaşının. Böyle güzel bir isimle ödüllendirilmiş bir dostu olduğu için içten içe biraz hayıflanıyor olsa bile, yine de kendisi ile hiçbir zaman dalga geçmediği için de bu hissinden dolayı duyduğu utançla sarılıyordu can yoldaşına. Bu sık sarılışların ve gizli özürlerin sebebini anlayamasa da Tuğba, yine de arkadaşının huyunu bilir, hiç sormazdı sebebini. Aralarındaki bu gizli antlaşma ile gelmişlerdi bu yaşlarına kadar. Cevabın yalan olacağını bile bile yine de o soruyu sormaya kalkışmak, karşındaki kişiyle aranıza güvensizlik bariyeri koymak çabasından başka bir şey olamazdı. İyi niyet şemsiyesi altına saklanmış insanlar, kötülük yağmuru yağdırarak korurlardı kendilerini. Dışarıda bıraktıkları ise baştan aşağıya hasedin sert ve can yakıcı damlalarıyla ıslanırlardı. Bunu bilirdi Tuğba ve can dostunun böyle bir acının altında savunmasız kalmasına sebep olmak istemezdi.

Tuğba ile Dudu yaşıtlardı. Daha küçücükken Dudu, Tuğba’ya çekingen bir ifadeyle “Bana Dudu değil de, ‘Firuze’ der misin?” demişti. Altı yaşındaydı bunu söylediğinde. “Neden?” diye bile sormamış, “Tamam Firuze” demişti arkadaşı tatlı bir tebessümle. Dudu arkadaşının sıcacık ellerini, ellerinin arasına almış ve kocaman bir öpücük kondurmuştu yanaklarına sevgiyle ve minnetle… Bir daha da hiç gerçek ismiyle hitap etmemişti ona. Biricik dostunun kendisine seçtiği ismiyle seslenirdi ona. Tabii ki kimseler yokken… Böyle olmasını istemişti Dudu. Kimsenin görmesini istemiyordu içindeki yarayı. Daha küçücük yaşında maruz kaldığı alay konusu ismi ile açılan yaralarını görenlerin, avuçlarına doldurdukları tuzlarla dağlayacaklarını düşünüp, korkuyordu.

Babası seslenirken ismiyle kızına, dudaklarından uçan bülbüller, sanki birer kargaya dönüşüp konuyorlar zannederdi Dudu omuzlarına. Eğilip kulağına çirkin sesler çıkarıyorlarmış gibi kulaklarını tıkardı duymamak için. Kimse fark etmezdi kendini sağır edişini… Bir tek Tuğba bilirdi gözlerini sıkıca kapatıp, kulaklarını tıkayan arkadaşının çektiği acıyı.

Sevdiği delikanlı daha sık sokaklarından geçer olmuştu Dudu’nun. Nereye giderse peşinden takip edercesine her yerde karşısına çıkmaya başlamıştı. Ne o genç tek bir kelime ediyordu karşısına çıktığında, ne de bir an için bile olsa Dudu durup, yanına gelmesine fırsat tanıyordu. Çarşıdan evine döndüğünde ilk işi Tuğba’ya uğrayıp olanları anlatması olmuştu. “Neden?” diye sormadı Tuğba, zaten cevabını bildiği sorunun içine saklayarak. Sadece “İzin ver, ben size aracı olayım” demekle yetindi. Sessizlik uzun sürdü. Bekledi Tuğba tek bir kelime dahi eklemeden… “Tamam!” diyebildi sadece arkadaşına Dudu, başka çaresi kalmamış mahkûm edasıyla. Arkadaşının sözünden her an vazgeçebileceğinden korkan Tuğba hızla odasına gitti. Üzerini değiştirdiği gibi çıktı evden Dudu’yu bile beklemeden. Daha birkaç adım atmıştı ki karşısında gördü genç adamı. Tüm cesaretini toplayarak gitti yanına. “Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum ama…” dedi ve sustu bir an için. Sonra hafifçe öksürüp, boğazını temizleyerek “Arkadaşım senden çok hoşlanıyor!” diyiverdi tek bir nefeste. Delikanlı birçok kere görmüştü Dudu’nun yanında Tuğba’yı. Kimi kast ettiğini anlamaması mümkün değildi ama susuyor, cevap vermiyordu. Bakışlarını Dudu’nun evine dikmiş, öylece hiç kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. Tuğba önce çok şaşırmış, bozuntuya vermemeye çalışmış olmasına rağmen, sonunda dayanamamış daha sert bir ses tonuyla sözlerine devam etmeye başlamıştı. “Duymadın mı söylediklerimi? Arkadaşım senden çok hoşlanıyor diyorum. Verecek bir cevabın yok mu?” Delikanlı bakışlarını bu sefer Tuğba’ya çevirmişti. Çaresizce ellerini başına götürdü. İşaret parmaklarıyla kulaklarını göstererek, ‘Duymuyorum!’ der gibi ellerini iki yana hareket ettirdi yavaşça. Arkadaşının ismini ne duyabilecekti o çok sevdiği delikanlı, ne de sevdiğinin dilinden dökülebilecekti ismi Dudu’nun, bir ömür boyu…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Şale Köse
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version