Düşler Kitabevi: Kaşağı

43 Görüntüleme
7 Dak. Okuma

Bir arkadaşım bana Düşler Kitabevi’nin sihirli bir kitapçı olduğunu söylediğinde inanmadım. Anlattığına göre içeri girdiğiniz anda bakışarak anlaştığınız ihtiyar kitapçı sizi gülümseyerek ve hiç konuşmadan selamlıyor, elinize bir kitap iliştiriyor ve siz de bu sayede istediğiniz romanın sonunu değiştirebiliyormuşsunuz.

“Benle kafa mı buluyorsun?” dediğimde ise ona güvenmediğimi ya da aklından zoru olduğunu düşündüğümü zannedip kırıldı.

“O halde git ve gör,” diyerek yanımdan uzaklaştı. Onun beni ikna etmek için çabalayacağını zannedip aksine, gittiğini görünce merakım daha da arttı. Çünkü ona güvenirdim, ancak o kadar çok roman okuyordu ki bazen hikâyelerin içine girip dehlizlerinde kaybolduğunu düşünürdüm. Bana bir keresinde,

“Anna Karenina ölmedi,” dedi. “Kendini trenin altına atacakken onu çekip kurtardım.” Tolstoy ölümsüz eserinin final sahnesini yazarken ‘Anna öldü’ diyerek ağlamamış mıydı? Arkadaşıma,

“1877’de yazılmış bir romanın sonunu değiştireceğini sanmıyorum, olsa olsa rüya görmüşsündür,” dediğimde,

“Anna’nın ölümü bana da çok dokundu. Onun talihsizliği iki yüz yıl önce yaşamış bir kadın olması mıydı? Buna izin veremezdim,” diye yanıtladı. Üstelik çok ciddiydi. Sonra bana,

“Sonunu değiştirmek istediğin bir roman var mıydı?” diye sordu. Onun kadar çok romanla haşır neşir olmama karşın çocukluğumda beni çok etkileyen, uyku uyutmayan, resmen travma etkisi yapan hikâyeden bahsettim.

“Keşke,” dedim. “Ömer Seyfettin Kaşağı’yı baştan yazsa.” Bilmiş bilmiş karşıma geçti.

“Nasıl yazsaydı memnun olurdun?” İlkokulda okuduğum ve etkisini üzerimden atamadığım, kendimi Ömer Seyfettin hikâyelerinden mahrum bıraktığım romanın can alıcı noktasını hatırlayıp

“Hasan ölmeseydi,” dedim. Bana hınzırca bakıp gözlerini gözlerimin içine dikti. Niyeti gözbebeklerimin haresini görmekti galiba.

“O halde Düşler Kitabevi seni bekliyor.” Hem onu üzmemek hem de merakımı gidermek için kitapçının yolunu tuttum.
Kitapçı, tarif ettiği gibi parke taşlarla döşeli ara yollardan birindeydi. Tabelada adını görünce heyecanlanmadım desem yalan olur. Cam kapısının demir tokmağına uzanıp içeri adım attığımda tavana asılı çıngırağın sesiyle ürktüm. Arkadaşımın tarif ettiği ihtiyar kitapçı, kasanın hemen yanında duruyordu. Beni görünce burnuna indirdiği gözlüklerinin üstünden bakıp selam verdi. Yaklaşıp,

“Ben…” diye başladığım cümleyi tamamlamama fırsat vermeden bir kitap uzattı. Kitabı alıp üzerini okudum. ‘Kaşağı’ yazıyordu. Şaşkınlıkla adama çevirdim başımı. Bana dükkânın ilerisini işaret etti. Nereye gideceğimi bilmiyordum, ama yürüdüm.

Dükkân, yol aldıkça uzuyordu sanki. Dışarıdan göründüğünden daha büyüktü ve derinleşiyordu. Her taraf market reyonu gibi kitap doluydu. Binlerce, milyonlarca kitap vardı. Bazılarını biliyordum bazıları ise kitap kapağından ibaretti. İsim yazmıyordu. Belki de henüz yazılmamış kitaplardı ve kahramanlarını bekliyordu.

Biraz daha ilerledikten sonra görünmez bir el beni durdurup kuytu karanlık bir köşeye çekti. Küçük bir taburenin üzerine oturup kitabı açtım ve okumaya başladım.

“Ahırın avlusunda oynarken aşağıda gümüş söğütler altında…” Hikâyenin ilk cümlesi tamamlanmadan kendimi bir bahçede ahırın kenarında buldum. Yan duvarına yaslanmıştım. Ön tarafta iki küçük çocuk bir atın başındaydı. Çocuklardan biri yaşlı bir adamın kucağında adının Tosun olduğunu tahmin ettiğim bu atı tımar ediyordu. Küçük olan ise ağabeyine hayranlıkla bakıyordu. Bu Hasan olmalıydı. Sarı saçlı, masum yüzlü, güleç çocuk kalbimin sızlamasına sebep oldu. İçimden onu elinden tutup kaçırmak geldi.

Kaşağının gümüş parlaklığındaki dişlerini eliyle yokladıktan sonra Tosun’un sırtında gezdirip seyis Dadaruh’a,

“Neden ses çıkmıyor?” diye soran da iftiracı ağabeyiydi. Gözlerimi kısarak baktım çocuğa. İçimde biriken öfkenin tamamını ona aktaracak kadar acımasız hissediyordum. Üzerine yürüyüp gırtlağına sarılırsam,

“Senin yüzünden!” diye haykırırsam travmamdan kurtulacağımı sanıyordum, ama bekledim.

Ertesi gün ahırda saman yığınları arasında açtım gözlerimi. Ne zaman uyuduğumu, buraya nasıl geldiğimi, zamanın nasıl geçtiğini bile bilmiyordum. Üstelik açlık da hissetmiyordum. Etrafta umduğumdan daha fazla at vardı. Kuyruklarını sallayarak yem yiyorlardı. Ahırın kapısı çarpar gibi açıldığında balyaların arasından gizlice başımı uzattım. Büyük ağabey elinde bir kaşağıyla koşarak içeri girip Tosun’un yanına yanaştı. Boyu ancak atın karnına kadar geliyordu. Kaşağıyı atı tımar etmek için sürdükçe hayvan huysuzlanıp tepiniyordu. Çocuk sinirlendi ve kaşağının sivri uçlarına bakıp körelmesi için duvara sürtmeye başladı. O kadar kuvvetli sürtüyordu ki kaşağının kırılmasına ramak kalmıştı. Her şey bu kaşağı kırıldığı için olmamış mıydı?

Saklandığım yerden çıkıp sesimi yükselttim.

“Ne yapıyorsun sen?” Çocuk beni duyar duymaz ürküp olduğu yerde zıpladı. Karşısında bir yabancı gördüğü için olacak,

“Dadaruh!” diye bağırmaya başladı. Ben üzerine doğru yürüyünce de kaşağıyı fırlatıp dışarı çıktı. Haykırmalarına kıs kıs gülüyordum. Çünkü kaşağı kırılmamıştı. Az da olsa körelmiş olan dişleri, her şeye rağmen parlıyordu.

“Nerede o hırsız?” diyen sesle panikledim. Ahırın kapısının boşluğundan baktığımda babalarının tüfekle ahıra doğru geldiğini gördüm.

“Sana bir şey yaptı mı? Neye benziyordu?” diye öfkeyle soruyordu. Şimdi ne yapacaktım? Kaşağının kırılmasını engellemiştim, ama canımı nasıl kurtaracaktım?

Kızgın adam giderek yaklaşıyordu, hatta ayak seslerini bile duyuyordum. Dayanamayıp atlardan birinin yanına giriverdim. Ayağım atın yularına takılınca yemliği ağzından düştü ve at, uzun kirpikli kara gözlerini iyice açıp kişnedi. Bir atın kişnemesinin bu kadar ürkütücü olabileceği aklıma gelmezdi. İnsanmış gibi işaret parmağımı dudaklarıma götürüp susmasını istedim, ama o yem torbasını bulamadıkça kişneyip ses çıkarmaya devam etti.

Adam ahıra girmiş olacak ki,

“Neden huysuz bu aygır? Bir bak Dadaruh!” deyip seyisini saklandığım yere gönderdi. Hayalet gibi beyaz suratlı, yaşlı seyisle karşılaşmak istemiyordum, ama ne yazık ki bir anlığına göz göze geldik. Beni atın ayakları dibinde yumak gibi yatarken görünce,

“Burada beyim! Hırsız burada!” diye adamı çağırdı. Korkuyla titrerken adamın siyah uzun çizmelerini gördüm. Uzun namluluğu tüfeğini burnumun dibine kadar sokup

“Ayağa kalk!” dediğinde,

“Ben bir şey yapmadım. Yoksa Hasan ölecekti,” diye derdimi anlatmaya çalıştım. Adam beni dürtüp,

“Kalk,” diyordu, ancak korkudan gözlerimi dahi açamıyordum. “Hadi!” dediğinde titrememe engel olamadan haysiyetsiz bir teslimiyetle ayağa kalkıp gözlerimi açtım. Kitapların arasında olduğumu ve ihtiyar kitapçının gülümsediği görünce ise çok şaşırdım. Kitapçı tuhaf halime aldırmadan elimde tuttuğum kitaba uzanıp sayfaları karıştırdı.

“Artık öyle bir son yok.” Merakla kitabı alıp içine hızla göz attım. Ömer Seyfettin’in kısa hikâyelerinin bulunduğu kitapta, Kaşağı başlığı altındaki hikâye onu çalmak isteyen bir hırsızın öyküsüne dönüşmüştü. Yazar sonunda hırsızı falakaya yatırtmış, Hasan’ın babasına bir güzel dövdürmüştü. Dayağı yemediğime göre mesele yoktu. Çünkü o esnada hikâyenin içinden çıkıp gerçekliğe dönmüştüm. Amacına ulaşmış sorumlu bir okur gibi hissediyordum. Bundan sonraki nesiller Kaşağı’nın gerçek sonundan mahrum kalsa bir şey olmazdı. Hırsızlık her devir için kötü bir huydu.

Kitapçıdan çıkar çıkmaz ilk iş arkadaşımı arayıp özür diledim. Yaşadığım şeyin gerçekliğinin üzerimde bıraktığı yorgunlukla tabanlarım acıyarak evime gittim.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version