Ankara’da sıcak ötesi bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Hepimiz için zor olan ise ramazan ayını yazın karşılıyor olmak.
Henüz beş gündür oruç tutuyorum ve kalan yirmi beş günü nasıl tamamlayacağımı bilemiyorum. Aklımda sadece yemek var. Yemekten başka bir şey düşünemiyorum. Yumurta kırıp makarna haşlamaktan başka marifetim yok. Üniversite yıllarından beri bu hal böyle. Ev arkadaşımın mutfak becerisi ve babamın sonsuz parası sayesinde ne yiyeceğimiz sorun olmuyordu. Okul bitip de herkes kendi hayatına dalınca ak koyun kara koyun ortaya çıktı. Maaşım her gün lokantalarda yemek için yeterli değil ve babam artık harçlık göndermiyor.
Annem ise her telefon görüşmesinde bana uygun bir kız bulduğundan bahsediyor. Semiha Teyze’nin kızını Rabia’yı kaçırmışım. Şimdi Rüstem Amca’nın kızı Nazlı varmış. Hem güzel hem hamaratmış. Üstelik öğretmenmiş. Gül gibi geçinip gidermişiz. Ne zaman telefon açsa böyle sözlerle bunaltıyor beni. Bu yüzden telefon görüşmelerimiz hep kısa sürüyor.
Midem yine gurulduyor. İftara dört buçuk saat var. İş yerindeki arkadaşların eşleri nispet yapar gibi arıyor. İftara ne istediğini soruyor. Mesai arkadaşım benim gibi yemek hayali kuruyor olmalı.
“Canım et sote çekiyor, yanında salata, ben de pide alır gelirim.” Adam sanki sipariş veriyor. Diğeri,
“İftara davetliyiz,” diyor. Hem de annesine. Kim bilir nasıl donatır sofrayı? Anneler öyle. Oğulları doysun diye kuşun sütü olsa onu bile koyarlar önlerine. Hepsi iyi hoş da güceniyorum arkadaşlarıma. Biri de,
“Şu Yusuf’u iftara alalım, bekâr çocuk, yazıktır, sevap olur,” demiyor. Her akşam hangi lokantaya gideceğimi düşünüp duruyorum.
Gerçi ev yemekleri yapan bir yer buldum. “Melahat Abla’nın Yeri.” Üç gündür orada yiyorum. Çorba, pilav, sulu yemek, tatlı. Tabldot usulü. Porsiyonlar biraz küçük ama hesaplı.
Masamda bir aydır duran bitiremediğim kitaba takılıyor gözüm. “Düşünce Gücü”. Elime alıp sayfalarını karıştırıyorum. İnsanın düşünerek her işin üstesinden gelebileceğini formüllerle anlatıyor. Bence işe yaramaz. Beş gündür düşünüyorum, yediğim kuru fasulyenin tadı kuzu tandıra dönüşemedi bir türlü. Saat dördü çeyrek geçiyor. Kitabımı kolumun altına sıkıştırıp arkadaşlara,
“Hayırlı iftarlar,” deyip evin yolunu tutuyorum. Neyse ki evim yakın. İş yerim Kızılay merkezde. Evim Güven Park’ın arka sokağında. Eski bir apartmanın üçüncü katı.
Evim evim bekâr evim. Yine her şey ortalıkta. Etrafı toparlayıp kitabımı elime alıp uzanıyorum. Zaman geçirmek için okumaya başlıyorum. Nerede kalmıştım?
Saatin alarmıyla kendime geliyorum. Kendimden geçmişim. Huyumu bildiğimden iftara yarım saat kalaya kurmuştum saati. İyi yapmışım. Kalkıp elimi yüzümü yıkayıp abdest alıyorum. Yemekten sonra teravihe gideceğim.
Lokantanın önündeyim. Her zaman beni içeri buyur eden güler yüzlü garson,
“Yerimiz yok,” diyor.
“Nasıl yok? İçerisi dolu mu?”
“Gurup geldi.” Ne yani, hiç mi yok?
Canım sıkılıyor. Lokantanın önünden ayrılıp yürümeye başlıyorum. Başka çare mi var? Elbet bir yer bulurum. Birkaç sokak aşağıda, yol kenarında bir restoran görüyorum. “Kebap Evi.” Daha önce fark etmemişim burayı. İki katlı. Oldukça lüks bir yere benziyor. Kafamda biraz hesap yapıp kebap yiyip yiyemeyeceğimi düşünüyorum. İçeri giriyorum. Garson yanıma yaklaşıyor.
“Hoş geldiniz efendim, alt kat ev yemekleri self servis, üst kat ızgara çeşitleri menü tercihiyle.” Anlaşıldı, ben yine şuradaki sıraya geçeyim. Hesaplı olan ev yemekleri galiba. Önümde dört kişi var. Neyse ki yemek dağıtanlar pratik. Ne istediğini söylüyorsun, üç saniye sonra bir tepsi yemek elinde. Yayla çorbası, pilav, tas kebabı ve kadayıf tatlısı. Bugünkü kumanyam. Elimde tepsiyle oturacak yer arıyorum. Garson bu kez de,
“Kusura bakmayın, efendim, alt katta yerimiz kalmadı, sizi üst kata alsak?” diyor. Garsonun gösterdiği tarafa merdivenlere yöneliyorum. Çok şükür basamak sayısı fazla değil. Elimdekileri düşürmeden çıkmayı başarıyorum. Kocaman tıklım tıklım bir salonla var karşımda. Bir garson ayak altında olmamdan hoşnut değil gibi görünüyor. İki adımda yanıma gelip,
“Buyurun,” diyerek beni tek kişilik ancak elimdeki tepsinin sığabileceği kadar küçük bir masaya oturtuyor.
Oturunca anlıyorum. Nerdeyse her boşluğa masa koymuşlar. Her yer insan kaynıyor. Kızılay caddesinde böyle kalabalık yoktur şimdi. Bir trafik polisi eksik. Garsonlar, insanlara çarpmamak için tepsiler başlarının üzerinde servis yapıyorlar. Çocuklar oradan oraya koşturuyor. Oturun evladım. Kazaya sebep olacaksınız.
Tam karşımdaki masada kilolu, kel kafalı, orta yaşlı, kalantor bir adam var. Etrafında kadınlı erkekli altı kişi. Kendi aralarında bile konuşmuyorlar. Hepsi adamı dinliyor. Adamın hal ve hareketlerinden bu insanların patronu olduğu sonucunu çıkarıyorum. Belli ki patron bu akşam kesenin ağzını açmış. Garsonların yarısı o masaya hizmet ediyor. İçecekler, mezeler, salatalar… Donattıkça donatıyorlar sofrayı. Herkesin önüne çorbalar konuyor. Akabinde kebaplar geliyor. Patrona ise nar gibi kızarmış tepeleme pirzola. Patron oruç tutmuyor galiba. Pirzolayı kemiğinden tuttuğu gibi ağzına götürüp bir ısırık alıyor. Eliyle, ‘çok güzel’ anlamında işaret yapıyor.
Saatime bakıyorum. Ezanın okunmasına iki dakikadan az var. Karşı masayı izlemeye devam ediyorum.
Derken bir sessizlik. Aniden. Kimse konuşmuyor, garsonlar hareket etmiyor. Sanki saygı duruşuna geçmişiz de, saygısızlık olmasın diye put kesilmişiz.
Ezan mı okunuyor? Yoo! Müezzinden ses yok. İnsanların başları sabit, sadece gözleri oynuyor. Sağa sola bakıyorlar, ama olan biteni kimse anlamlandıramıyor.
Aaa! O da ne masam sallanıyor. Hem de sallanma! Çorbam kâsenin içinde dalga dalga. Tas kebabımın bezelyeleri uçtu uçacak. Deprem mi oluyor? Gözlerimi yukarı dikip avizeye bakıyorum. Avize sabit.
Aaaa! Masam gidiyor. Sanki bacaklarının içine tekerlek saklanmış da biri masayı kumanda ediyor. Durduramıyorum, çünkü ben de kımıldayamıyorum. Kaskatıyım.
Bir sallantı daha. Olamaz! Kalantor patronun masası daha büyük bir gürültüyle hareket etmeye başlıyor. Koskoca masa üzerindeki çeşit çeşit yemekleri hoplata zıplata getirip benim önümde duruyor. Benim mütevazı masam da onların önünde şimdi.
Herkes şaşkın ancak kimse bir şey yapamıyor. Kilitlenmiş gibiyiz. Gözüm patrona takılıyor. Elindeki pirzolayı ne yiyebiliyor ne bırakabiliyor.
İyi de ben nasıl yiyeceğim? Ayağıma gelen kısmeti kaçırırsam uyku uyuyamam.
Kulağım ezanda. Şimdiye kadar okunması lazımdı. Müezzin de mi tutuldu acaba?
Birden bir rahatlama geliyor vücuduma. Nihayet çözülüyorum. Kımıldayabiliyorum artık. Önümde pirzola. Hemen tutuyorum kemiğinden. Bana bakanlar umurumda değil. Açım. Ağzımı açıyorum. Lop et kısmını kendime çeviriyorum. Büyük buluşma için gözlerimi kapatıyorum. Ama önce,
“Bismillahirrahmanirrahim.”
Girmiyor, et ağzıma girmiyor. Resmen ısırmaya çalıştıkça dişlerimi tekmeliyor. Dudaklarıma tokat atıyor. Yemek için hamlelerde bulunuyorum. Eti kafamla kovalıyorum. Olmuyor, diğer elime bir pirzola daha alıyorum. Bir sağdakine bir soldakine diş geçirmeye çalışıyorum. Etler ağzıma girmeyi, dişlerimin arasında çiğnenmeyi, midemde yer kaplamayı reddediyor. Yi-ye-mi-yo-rum.
İşkence gibi geçiyor dakikalar. Yemek için cebelleştikçe kan ter içinde kalıyorum. İşte o an ezan sesiyle irkiliyorum. Koltukta doğrulup kafamı toparlamaya çalışıyorum. Evimdeyim. Kötü bir kâbusun içindeyken salonuma ışınlanmış gibiyim. Ayağa kalkıp silkiniyorum. Mutfağa gidip bir bardak su içtikten sonra ekmek arası bir şeyler hazırlıyorum kendime. Yemeğe başlamadan önce de şarjı bittiği için beni vaktinde uyandırmayan telefonumu şarja takıyorum. Sinirli miyim? Evet.
On dakika sonra annem arıyor.
“Nasılsın oğlum, iftarını yaptın mı? Bayrama geldiğinde Nazlı’yla görüşeceksin değil mi?” Çaresizim.
“Olur, anacığım olur, görüşürüm Nazlı’yla.” Sevinçle,
“Tamam yavrum, öpüyorum,” diyerek kapıyor telefonu. Akrabaları aramaya başlamıştır bile. Ah anneciğim ah! İnşallah Nazlı güzel yemek yapıyordur.