Yüksek Ökçeli Ayrılık!
Sevginin aşkla, zamanın telaşla oynaştığı muhteşem bir karasevda dediğim mucizemdi o benim.
Çok şeyimdi, güzel olan her şeyimdi. Neden öyleydi, belki de bunu size şimdi veya sonra anlatacağım. Belki de hiç anlatmayacağım, bilmiyorum.
Evet, benim adım Bünyamin (annem öyle uygun bulmuş diyorlar!) ve hayatın bana verdiği sıfatlar bir hayli kalabalık. İtiraflarımsa adımdan daha ağır ve her zaman itiraza meyilli. Ben yaşadıkça suskunluğunu koruyacak sırlarım var ama sadece suskun kalmasını istediklerim. Adım -evet- öyle ve ne kuyuya atılanım ne kuyuya atanım ne kuyunun içindeyim ne de kuyunun dışında… Bakmayın siz öyle kaderi açıktan yazılanlara, yeri yurdu net olanlara! Ferman hazır, zindan hazır, Züleyha hazır… Akhenaton hiç de 2. Ramses’e rahmet okutacak biri değil; deyim yerinde olmasa da pamuk gibi bir firavun.
Dar bir çevre, selamlık birkaç arkadaş… Müdavimi olduğum kahvehane… Evde uzun zaman kalamıyorum, kısa kalışlarsa bir köşede uykuya teslim. Kapalı alanda yaşam sürem dolmuş. Nefretle oluşan tepkimsi bir duygu… Daha beter duygularım da var. Bir zamanlar zihin zorlayan fikirlerim de vardı, bir gece çaldılar(!) İsyanım, olmamam gereken yerde olmamdan değil, olabileceğim bir yer kalmamasından. Ve daha pek çok isyan, sessizce sineye çekilen…
Tutunduğum, tutunmaya çalıştığım dallar hep kırıldı. Dallara kırgınım, tedirgin, güvensiz ve sırtı yara bere içinde biriyim! Siz yine de umursamayın benim kim olduğumu; sırlarımdan size ne ve benim niye böyle olduğumdan! Boş verin beni, alışkınım ben; çok boş verildim. Elimin tersiyle ittim birçok aşkı ama ellerimi bir tanesi için açtım ve bir daha kapatamadım! “Yine bir keresinde” demeyeceğim artık, kendimle çoktan vedalaştım! Müsaadeniz olmasa da gidiyorum kendimden çok uzaklara! Aldandım lütuf sandığım tuzaklara. “Yâ lâtif” esmasından haberi olmayanların olsun o lütuflar. Avunsun aşkıyla, “Künc-i firkatte rakîbâ bizi tenhâ sanma. Yâr eğer sende yatursa elemi bizde yatur.” Diyen âşıklar. Benim yalnızlığıma şahit; sarılıp yattığım, gözyaşımla ıslanmış yastıklar. Yalnızlığım demişken şimdi, “herkesin acısı sevgisi kadar” ama bu ayrılık daha kaç gözyaşı eder? Kurusa da artık şu göz pınarlarımız, kurtulsak ıslaklıktan! Ne diyeyim ki şimdi ben; birimizin başına bir şey gelse, şu dünyada en çok canı yanacak olan diğerimizken (en azından kendi payıma öyle) iki yabancıymışız gibi yaşamaya çalışıyorduk.
“Sana o kalbin hesabını yaptıracak kadar mıyım ben aşkım (hani şu emoji olanından bahsediyor olsa gerek)” demişti bir zaman. Öylelikle, hesapsız bir sevgi seline bırakıvermişti beni de ne güzel etmişti çılgın sevgilim. Ama hele sarılırkenki o hesapsızlık ve sevişirken göz göze, öperken dudağını, tutarken elini, solurken kokusunu, izlerken bana doğru gelişini/yürüyüşünü, duyarken sesini, yaşarken nefesini, her “hı hı” deyişini… “Yine bir keresinde” demek sayılmasın şimdi bunlar. Yeri geldi diye şey yaptım. Hem; “ne yapayım, sevgilim çok şahane” bile demedim. Neyse, çok olmayan sonralarda; selamın, hâl hatır sormanın ve en nihayetinde kim olduğumun hesabını yapıyor buldum kendimi. ‘Hesapsızlık’ finali çoktan yapmıştı! Haklıydım; kimim kiydi sanki ben! Demiştim ya boş verilmeye alışkın ve müstahakım. Yakışıyordu bana boş verilmek. Üzerime oturuyordu işte. Ateşin ortasında kalmamıştı ki birileri, (Allah muhafaza tabii) Eylül romanındaki Necip gibi atlayayım alevlerin içine! Süreyya yesindi artık evinde ay çekirdeğini! (Bizim olan günebakan/gündöndü masalı yine bize kalsındı) Kerem’den daha pis yanardım ben onun için, bakmayın siz. Ve âh İbrâm Aga, senin kadar rahmetli oldu; gazete kağıdından kukuleta yapıp içine çay bardağıyla doldurduğun siyah çekirdekler. Ve masumiyet İbrâm Aga ve aşk… Ve Haççe Komşu, maşınganda kış geceleri tepside kavurduğun o çekirdeklerin kokusu nasıl da masal şimdi. Ben, Haççe Komşu, o masalı az kalsın gerçek yapacaktım; biliyor musun? Acayip niyetine girmiştim üstelik. Ama neyse!
“Ben seni sevmeye yeniden başlıyorum. Yine başlıyorum. Her an sana yeniden âşık oluyorum. Bunu kim durduracak!” demiyorum meselâ şimdi. Demem ki! “Sensizlik kadar zor sensiz yaşamak ve her yeni gün sensizliğe yeniden başlamak” da demiyorum. Demicem işte!
Yanıma ne güzel yakışıyordun, yanına ne güzel yakışıyordum ben; yan yana otururken. Yan yana hiç yatamamış olsak da…
“Elbet bir gün” diyen o şarkı, aşka bir teselli cümlesi olsun diye söylenmiş. Bir zaman tecelli etmiş bir aşkın tesellisi mi olur? Fakat dostlar, elbet bir gün ben öleceğim ve o zaman “yine bir keresinde” deme ihtimali olan kimse kalmayacak şu dünyada. Sevgilinin adı bir daha öyle güzel söylenmeyecek hiçbir zaman. Ve kimse, o sevgili kadar sevilmeyecek asla.
Hadi başını göğsüme yasla, uyuyalım şimdi. Bizim masalımız çoktan bitti!
Şimdi bir rüya görsem ve desem ki: “Hadi bana bir şarkı ısmarla.” Hem ne güzel demişti Ferhat Göçer: “Ayrılmamız çok gereksiz(di) beni kırmış olsan da. Ama yine neyse; “rüyalarda buluşuruz… Elbet bir gün…
Elbet bir gün işte!
Kavuştuk mu şimdi biz?!
Yine bir keresinde…!