En Gerçekçi Öğretmen Ölüm

Murat Şaşzade 340 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

Sevgili okuyucular, hayatımızdaki en büyük yol gösterici olan ölümle ilgili düşüncelerimi paylaşmak istedim. Elbette, yaradılışımız gereği ve içgüdüsel olarak hayatta kalmaya programlanmışızdır. Burada konunun bu yönünden çok, ölüm korkusu karşısında hayatta kalmak için aşırı çaba göstermemize ve ölümün bize nasıl ders verdiğine değineceğim. Doğduğumuz andan itibaren anne rahminin güvenli ortamından hayatın belirsizliğine adım attığımızda, her geçen gün ölüme yaklaşırız. Bunu anlayabilecek bir yaşa geldiğimizde, ölümsüz olmadığımızı kabullenmek zorunda kalırız. Ancak, yaşamdaki en büyük korkumuz ölüm olduğu için çaresiz biçimde varoluş çabalarımızı sürdürerek, ölümlü olduğumuz gerçeğini bastırmaya çalışırız. Bu uğurda büyük çaba gösteririz. Fâni olduğumuzu unutarak kazancımızı artırmaya çalışırız, mal ediniriz. Bir ev alırız yetmez, bir tane daha alırız o da yetmez. Elimize para geçince bir tane daha alırız, hatta paramız yoksa krediyle bile ev alırız. Servetimizin büyüklüğü, ölümsüzlük illüzyonunu beslediği gibi, ölüme karşı bir teminat hissi de verebilir. Aynı zamanda, genlerimizi geleceğe aktarmak için çocuk sahibi olmak isteriz. Çocuk sahibi olmayanalar ise, sanat, mimari, vb. gibi yollarla eserler bırakarak ya da kendi mesleğinde sivrilip ün kazanarak gelecek nesiller tarafından unutulmaz olmayı amaçlarlar. Böylece, farkında olmadan ölümsüz olmak isterler.

Dünyaya geldiğimizden beri, kim olduğumuzu arar dururuz. İnsanların çoğunun bu arayışta kaybolduğunu ve öleceklerini hiç düşünmeden umutsuzca kendilerini tüketmeye ve hayatı hedonist bir anlayışla yaşamaya adandıklarını düşünüyorum. Gençlik döneminde birey, ölümlü olduğunu fark edemeden doğal olarak heves ve arzularının peşinde koşturur. Öğrenme sürecinde tıpkı emekleyen bir çocuk gibi düşe kalka ilerler ve hatalar yaparak doğruyu bulmaya çalışır. Ancak, ergenlik dönemini atlatıp olgunlaşamazsa, birey sürekli benliğinin güdümünde tutkuları doğrultusunda yaşar ve bir süre sonra onun esiri haline gelir. Böylece, sürekli arzularını gerçekleştirme ve haz alma amaçlı bir hayat yaşamaya başlar. Bu anlayışla yaşayan insan egosu şişip daha fazlasına sahip olma ihtiyacıyla, bir süre sonra her şeye sahip olmak ister. Eşine ve ailesine sadakatsizlik göstermeye, dostlarına vefasızlık yapmaya, sadece menfaatlerine hitap eden insanlarla ilişkiye girmeye bile başlayabilir. Sahiplenme duygusunu ön plana çıkararak, bilinçaltındaki ölüm korkusuna karşı güvenli bir liman oluşturacağı yanılgısına kapılır. Böyle insanın hayatını incelediğinizde, kaybetme korkusunun çok belirgin olduğunu görürsünüz. Aslında para ya da servet kaybetme, hastalanma, reddedilme, terk edilme, yalnız kalma korkularının tümü, kendilerini temelde ölüm korkusunun somut bir yansıması olan kaybetme korkusunda gösterir. Ancak, kaybetmekten korktukça daha çok sahiplenmek istersiniz. Bu, da sizin çeşitli savunma mekanizmalarınızı harekete geçirerek, kendinizi ve çevrenizi daha fazla denetleyerek aşırı kaygıdan dolayı hata yapmanıza ve sonunda tekrar kaybetmenize neden olur.

Yaşamda birçok kimliğimiz var ve kendimizi bu kimliklerle tanımlarız. Bunlara, anne-baba, eş, çocuk, kardeş, meslek, sosyo-ekonomik düzey, uyruk, yaş grubu, doğduğumuz şehir, ait olduğumuz grup, dernek, cemiyet ve cemaatler de dâhildir. Biz, ölümsüz olduğumuza o kadar inanırız ki, yabancılaşmamızda en önemli pay sahibi olan kimliklerimize adeta yapışarak ölümden korunmaya çalışırız. Bu şekilde, kimliklerimizi gerçek benliğimiz sanarak bir süre daha hayatı bir mirasyedi gibi hazlarımızı tatmin etme ve tüketime odaklı yaşarız. Böyle yaparak, kendimize kavuşma ve potansiyelimizi gerçekleştirme yolunda bir adım daha atamaz ve gelişimimizi köreltiriz. En önemlisi de sürünün bir parçası kaldığımız için gaflet uykusundan uyanıp gerçek özümüze ulaşmaktan mahrum kalmış oluruz.

Hayat, gelişme potansiyelimiz varsa ve çıkış yolu arıyorsak, bu durumda en iyi öğretmenini devreye sokar. Ölüm, bize en gerçekçi ve en acı dersleri vererek gerçek sandığımız sahte benliğimizi tanımamızı sağlar ve bağlanıp bir türlü bırakamadığımız kimliklerimizin geçici olduğunu bize gösterir. Ölümün bize verdiği dersleri, en acı biçimde olsa da sevdiklerimizin ölümüyle etkili olarak öğreniriz. Ailemizin en çok bağlı olduğumuz bireyleri, yıllar içinde birer birer hayata gözlerini yumarlar. Anne ve babalarımızın ölümleri nedeniyle büyük travmatik kayıplar yaşarız. Doğal olarak yas sürecine gireriz. Öncelikle kayıplarımıza isyan eder ve kabullenmek istemeyiz. Yas sürecimizin akışı içinde sevdiklerimizin öldüğü gerçeğini yavaş yavaş kabulleniriz. Çektiğimiz acılar yüzünden bir daha kendimize gelemeyeceğimizi, sevdiklerimiz olmadan yaşayamayacağımızı sanırız. Her ölüm, aslında bizi uyarmaktadır. Her sevdiğimiz kişinin ölümünden sonra, ölüme bakışımız değişip ölümü bir yok oluş görmedikçe, ölüm bize uyandırma hizmeti vermeye başlar. Sahip olduğumuz ve bizi asla terk etmeyeceğini sandığımız aile bireylerini ölümün bizden ayırması, bizi yepyeni bir sürece sokar. Bu süreci bir dervişin çilehaneye girip, dua ve ibadet etmesine benzetiyorum. Böylece, sevdiklerinden ölüm nedeniyle ayrılan birey, kendisini dış dünyaya kapatarak yaşamını sorgulayacak bir alan bulmuş olur. Tefekkür ettikçe, hırslarının, peşinde koşup uğruna bir hayat harcadığı amaçlarının – başarı, kariyer yapma, zengin olma, mülk edinme, çevre edinme, çocuk sahibi olma vb. kaygılarının ne kadar anlamsız olduğunun farkına varmaya başlar. Uğruna büyük mücadele verdiği maddi değerlerin boş olduğunu anlar. Ölüm sayesinde, içindeki boşluğu, bağlandığı ve sahiplendiği nesneler ve insanlardan arınması ve yalnızca Hakk’a teslim olmasıyla doldurabileceğini öğrenir. Ölümün sevdiklerimizi bizden ayırmasını, üzerimizden çıkarmak istemediğimiz eski giysileri zorlayarak da olsa çıkarmamıza ve yeni giysiler giyerek yenilenmemize vesile olduğunu düşünüyorum. Tıpkı tasavvufta nefsin aşması gereken yedi merhalesini anlatmak için verilen ceviz sembolündeki gibi, insan her ölümde kendi hakikatine ulaşmasını engelleyen üzerindeki kabuktan sıyrılarak bir aşama daha kaydeder.

Ölüm, hakikat yolcusunun yolunu aydınlatan en güçlü fenerdir. Sevdiklerimizi bizden ayırarak uzun yürüyüşümüzde koltuk değneklerini bırakmamızı ve artık yardım almadan yürümemizi sağlar. Her ölümde arınan ve sahte benliklerini terk eden birey, hayata daha gerçekçi gözlerle bakıp kendini tanıma fırsatı bulur. Hiçbir zaman ölmeyeceğini, yakınlarını ve sevdiklerini asla kaybetmeyeceğini, sağlığını, gençliğini, güzelliğini, servetini, kariyerini ve arkadaşlarını hiçbir zaman yitirmeyeceği sanrısına kapılan birey, ölümün öğretmenliğinde dönüşmeye başlar ve yattığı derin uykudan uyanır. Böylece bir zamanlar sahip olduklarıyla kendini güçlü ve yıkılmaz görürken ve her şeyin üstesinden geleceğine inanırken, sevdiklerini kaybetmesi sonucunda bir hiç olduğunu anlayıp, acziyetini idrak eder. Böylece insan, ölümün tıpkı doğarken ayrıldığı ana rahminin güvenli sığınağına bir geri dönüş olduğunu veya yeni bir başlangıca kavuşacağını hisseder. Bu sayede, bizi ölüm korkusunda kurtararak, kendimiz olmaktan alıkoyan tüm sahte kimlikleri ve sahiplendiklerimizi terk etmemizi ve perdelerin aralanmasını sağlayarak, bizi isimsiz bir hakikat yolcusu haline getirir. Bu sayede, nasibimiz varsa Allah’ın lütfuyla ölmeden önce asıl özümüze kavuşabiliriz.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version