Her düşünme vakti gelip çattığında zihnime; hayatın bir ucundan girip diğer ucundan çıkan seyrimize, baş rolü bize ait ne de çok kareler düşer…
Zaman zaman o kareleri büyütecin önüne yatırıp iyiden iyiye gözlemlemek gerekir. Detaylardır anlatmaya çalıştığım, anı irdelemektir, büyüttüğümüz karenin içindeki ana yolculuk yapmaktır…
Bu tür zihin yolculuklarında imkânımız olsa ne çok değişiklikler yapmak isterdik, o anı hoşnut olacağımız bir anıya dönüştürmek için can atardık… Var mıdır böyle bir imkânımız acaba?
Her şey için bir yerlerde bir imkân olduğuna inandığımdan neden olmasın diyebiliyorum şu an.
Biraz düşünelim şimdi…
Değiştirmek istediğimiz olayların sebeplerini araştıralım tek tek…
Sonrasında bunlara bir istatistik yaptığımızda alacağımız neticede büyük bir yüzdelik dilimini “erteleme hastalığımız” alacaktır diye düşünüyorum. Muhakkak başka sebepler de olacaktır fakat genele baktığımızda o an yapmamız gerekirken bir sebepten ya da keyfi olarak ertelediğimiz şeylerin hayatımızı nasıl da olumsuz yönde etkilediğine şahit olacağız.
Neleri ertelemiyoruz ki…
Üstelik erteledikçe de erteleniyoruz.
Eğitimimizi erteliyoruz, mukabilinde hedeflerimiz erteleniyor. Hedeflerimizi erteliyoruz, hayallerimiz de bizi erteliyor.
Plan programlarımızı erteliyoruz, sonrasında zamansızlık ve aksiliklerden yakınıyoruz.
İş hayatında işlerimizi erteliyoruz, biriken işler çığ gibi büyüyüp içinden çıkılmaz
hallerle stres olarak bize geri dönüyor.
Evdeki işlerimizi erteliyoruz, düzenimiz ve programlarımız da bizi erteliyor.
Ailemize karşı ilgi alâkamızı erteliyoruz, huzurumuz da bizi erteliyor.
Akraba ve arkadaş ziyaretlerini erteliyoruz, ismimizin başına vefasız ve hayırsız takısı ekleniyor.
İbadetlerimizi erteliyoruz, sevaplarımız, rahmet, mağfiret ve lütuflar da bizi erteliyor. İncittiklerimize karşı gönül almalarımızı erteliyoruz, sevdiklerimizden oluyoruz. Sevdiklerimize sevgi sözcüklerini erteliyoruz, pişmanlıklar yakamızdan ayrılmaz oluyor.
Hep yaşamak istediğimiz mutluluklarımızı erteliyoruz, yani ertelediklerimizi
yeniden erteliyoruz, bir de bakıyoruz ömür son demlerine gelmiş, saçımıza aklar düşmüş, ne gençlik kalmış, ne de erteleyip durduğumuz fırsatlar…
Düşünelim: İzlediğimiz kendi hayat filmimizi biraz geriye sarıp ertelediğimiz her ne varsa yerinde ve zamanında yaptığımızı düşünerek yeni bir senaryo hazırlayıp tekrardan izleyelim…
Nasıl? İnanamadınız değil mi? Filmin sonuna yani bugüne geldiğimizde ilk
söylediğimiz şey: “Aman Allah’ım, bu ben miyim gerçekten!!!” sözü olma ihtimali inanın çok yüksek olacaktır…
Daha ilginci; iki film arasında bir kıyaslama yaptığımızda dikkatimizi başrol oyuncusuna odaklayalım. İkisi de aynı kişi… Yani siz, yani biz… Öyleyse ortada inanılamayacak bir durum yok demektir. Hâkezâ imkânsızlık da…
Oysa yapmamız gereken şeyleri gözümüzde büyütüp, “Sonra yaparım elbet” demek yerine “karar verip niyet etmek”ti sadece. Sonrası elbette bir gayret ve başlangıca bakacaktı ama yapmadık işte yapamadık…
Neden diye sorduğumuzda kendimize, bir sürü bahanelerimiz her zaman hazırdır. Fakat şimdi o bahaneler nerede? Kim gösterebilir?
Sırtımızda kocaman bir “sıfırlar küfesi” ile hayatı adımlarken taşıdığımız ve kazandığımız kocaman bir “hiç”ten başka bir şey değil…
“Bugünün işini yarına bırakma” diye bir atasözümüz vardır.
Duyduğumuzda sıradan bir cümle gibi gelir ve hiçbir önemi yokmuş gibi orada burada laf olsun diye sarf edip dururuz ancak özü ve manası itibariyle dünyada söylenmiş ve söylenecek en doğru sözlerdendir ve üzerine onlarca, yüzlerce kitap yazılabilecek veciz, harikulade bir kelâm-ı hakikîdir…
Sadece bu söz bile bizi erteleme hastalığımızdan kurtarabilecek mahiyette iken yapmamız gereken bu söze ittiba etmek, hayatımıza geçirmektir vesselam…