Her sabah olduğu gibi pencereyi açıp, sokağa baktım. Henüz sabahın erken sayılabilecek saatlerinden biriydi. İşlerine gidenler, okullarına gidenler çoktan yerlerine varmışlardı bile. Geride kalanlar yapacakları işleri planlamaya çalışan ev kadınları, emekliler, yaşlılar, okula gitmeyen çocuklar ve dükkanlarını açmak için hızlı hızlı yürüyen birkaç mahalle esnafı.
Kuşlar ötüşlerini bitirmiş, gökyüzünde yeni güne selam veren bulutlar yerlerini almış, güneş ışınları sıcacık dokunuşlarla ben buradayım derken, açmak için birkaç gün daha bekleyen erguvanlar, yolun kenarında ne zaman ve nasıl dikildiği belli olmayan birkaç tomurcuklanmış ağaç ve sanırım onlardan çevreye hafifçe yayılan baharın kokusu. Güzel mi güzel…
İçimi aydınlatan bir gün olmasını dileyerek yola çevirdim tekrar başımı. Görüş mesafemde beş çekçekli bavulunu sürükleyerek bir yerlere doğru gitmeye çalışan insan gördüm. Aceleyle gidiyorlardı. Varmaları gereken yer neresiydi, kimlerin evini kiralamışlardı ya da burada bulunan tanıdıklarının, akrabalarının evine gidiyorlardı bilinmez. Kesin olan bir tek şey vardı. Yüzlerinden okunuyordu zaten. Bu ülkenin insanları değillerdi. Yabancı…
O sırada sokağa kocaman geniş iki minibüs girdi. Biraz ilerledikten sonra yine görüş mesafemde kalacak şekilde durdular. İçinden inenler valizlerini de toparlayarak hızla birkaç blok ötedeki apartmana girdiler. Sağlarına sollarına hiç bakmadan. Bunlar da yabancıydı…
Ben hala pencereden dışarı bakarken yine büyük, siyah bir minibüs döndü köşeyi. Bu sefer birkaç blok ötede durarak beklemeye başladı Apartmandan birkaç kişi valizleriyle inerek minibüse bindiler ve hızla uzaklaştılar. Yine yabancıydı…
Her saat böyle mi acaba diye düşünerek pencereyi kapattım. Gözlerimin önünde yıllar yıllar öncesinin Topkapı’daki Otobüs Garajı canlandı. Oradan geçerken ellerinde plastik veya tahta bavulları, sırtlarında bazen diğer eşyaları, bazen yataklarıyla akın akın “İstanbul’un taşı toprağı altın…” diye gelen Anadolu insanlarını hatırladım. Her biri memleketlerinden çıkıp, para kazanmak için geliyorlardı. Yüzlerini kaplayan heyecan ve endişe bugün gibi gözlerimin önünde. Bir tanıdıklarının ya da memleketlilerinin yanına gidecek, bir iş bulana kadar idare etmeye çalışacaklardı. Para kazanmak! En çok istedikleri buydu. Memlekette kalanlara para göndermek! Bazen bu paralar ailelere gider, bazen de başlık parası biriktirmek için saklanırdı bir yerlere. Telefonun her yerde yaygın olmadığı, mektuplarla haberleştiğimiz yıllardı o yıllar.
Birdenbire gözlerimin önünde babam ve amcamın Kayseri’den yola çıkarak üniversitede okumak için İstanbul’a gelişleri geldi. Tabii babamın bana anlattığı kadarıyla. Hatta onlara dayılarının “Kafanızı kaldırıp apartmanların yüksekliğine bakmayın, kasketiniz düşer…” deyişi. Haydarpaşa Tren Garı. Ah nasıl güzel bir istasyondu… Uzun yıllar Anadolu’yu, Anadolulu insanları İstanbul’a taşıyan. O büyük ve görkemli merdivenlerden inildiğinde, insanı çarpan muhteşem bir mekan… Haydarpaşa’ya yanaşan şehir hatları vapurlarıyla İstanbul’un Karaköy’üne taşınan, belki de hayatlarında ilk kez denizi gören ve vurulan insanlar…
Şimdilerde Topkapı’da otobüs garajı yok, Haydarpaşa Tren Garı yılardır kapalı. Artık şehre gelen insanlar daha çok uçakla geliyorlar. Taşıdıkları bavullara bile baksan görüyorsun değişimi.
Yıllar yılları kovalarken o kadar çok değişti ki hayatlarımızda, bizler de serseme döndük. Eskiden Anadolu’dan İstanbul’a göçün bir nedeni vardı. Para kazanmak gibi. Artık eskisi gibi Anadolu’dan İstanbul’a gelen insanlar sanırım azaldı. Belki de hiç denecek kadar az kaldı.
Değiştik… Hem de çok. Daha da değişeceğiz, her gün, her geçen dakika…
Gelecekte nelerin bizleri beklediğini bilmiyoruz ama geçmiş, hala bizleri kendine çekmeye devam ediyor. Farkında mısınız “Eskiden” diye başlayan cümlelerimiz çoğaldı. Yaşlandık diyebiliriz, doğrudur da. Hayat, hızla ve hoyratça bizi kendine benzetmeye çalışıyor.
Yorucu ve yıpratıcı günlerden geçiyoruz. Belki bir gün, durulur mu bu yaşadıklarımız? Kim bilir…