Eski insanlar, eski oyuncaklar, eski fotoğraflar, eski müzikler… Bu cümle dizisi bile mutlu etmeye yeter değil mi? En azından benim için öyleydi.
Eskileri neden bu kadar severiz? Bizlere neden daha masum gelir, yahut özlem çekeriz? Nispeten bulunduğumuz çağı, nefret çağı olarak görürüz. Giyilen kıyafetleri beğenmez, eskiden giyilen kıyafetler daha hoşumuza gider. Öyle ya, eski aşklar… Daha masumane, daha şiddetli, arzuyla sevilen insanlar…
Günümüz aşkları neden bozguna uğradı? Sevmek için devir gerekli değildi. Bizler elimizde olan durumu beğenmeyerek, bu çağı suçlayarak sevgiyi bile temel kurallara dayattık. Aşk hep vardı… Aşk her çağda vardı. Temel sorun buydu tam olarak. Bulunduğumuz çağı taşlamak…
Nostalji insanı adeta büyülüyor, telaffuz edişi bile siyah beyaz fotoğrafların, plak cızırtılarının, retro kıyafetli, düzgün Türkçe konuşan insanların olduğu sımsıcak bir odayı çağrıştırıyor. Bunlar mutlu olmaya yeter miydi? Yeterdi. Bunlar nesnel kuramlar değil. Öyleyse neydi? Herkesleşmemenin başlıca kurallarından biri miydi? Herkesleşmemek… Kulağa motive edici bir kelime gibi gelmesi olağan. Çünkü insanlar herkes gibi olmamak için farklı giysiler giyer, farklı müzikler dinler, farklı konuşmayı denerler. Eskiye gitme gibi bir durum olmadığı için “Eskiyi Sevme” kuramını devam ettirerek bir nevi psikolojik iyi hissetme durumu ortaya çıkmaktaydı.
Soğuk kış gecelerinde içinizi ısıtan aile ortamları, sıcacık soba, yorganlar… Bunları da eskiye bağdaştırmamış mıydık? Çünkü şimdilerde bunların yerini yalnız kalma isteği, doğalgaz, elektrikli battaniyeler almıştı. Peki tüm bu olanlarda bizim suçumuz neydi? Yoktu. Suçumuz yoktu. Çağ bunu dayatmakta ustaydı. Bizler de süregelen bu kurala devam ettik.