Pek çok eşya vardır evlerimizde, kimini her gün kullanırız, kimini daha seyrek, bazılarını da kırk yılda bir hatırlarız ve nerede olduklarını bile anımsayamadan bir anlığına aklımıza gelirler ve sonrasında da yok olurlar, bir dahaki sefere hatırlanmak üzere. Örneğin, tuzluk vardır evlerimizde, biberlik, nihale, gündelik bardak, tabak, çatal, kaşık… Hep aynı yerlerinde bazen üst üste öylece dururlar. Evde üç veya dört kişi vardır ama eşyalarımız, ah o eşyalarımız… Sanki her gün on kişi yemek yiyecekmiş gibi öylece dururlar. Bazılarını kullanmaya kullanmaya üzerleri hafif toz bile bağlar. Dolapların bir köşesinde, unutulmuş kaç tabak, kaç bardak, kaç fincanımız var bizleri bekleyen? Hele hele vitrinlerde duran, gündelik eşyalara göre daha değerli gördüğümüz o nadide porselenler, kristal kesme bardaklar, falan filan yerden alınmış ya da hediye gelmiş biblolar, babadan atadan yadigar kalmış, hafif sararmış bir ucu kırılmış muhteşem vazolar…
Kullanmaya kıyamadığımız, bizimle birlikte yaşlanan el oyaları, danteller, çeyizden gelen örtüler, ah o örtüler… Şimdilerde evlerde sehpa örtüleri de, masa örtüleri de, dolap örtüleri de öylece yerlerinde kullanılmayı bekleyerek sessiz bir hüzün içinde durdukları gibi duruyorlar. Büfelerin içindekiler tozlandıklarından yılda iki kere bulundukları yerlerden çıkartılarak yıkanıp, paklanıp sonra da yine dolaplara konuluyorlar. Sanki bütün ev kadınları sözleşmiş gibi, aynı zamanlarda büyük temizliğe girişir, tüm bu eşyaları temizledikten sonra, görevini tamamlamış insanlar gibi büyük bir huzur içinde, o eşyaların kullanılmamaktan dolayı dünyayı sarsan feryatlarını duymadan büfelerine bir göz gezdirip mutlu olurlar…
Aradığını yerinde bulamadığı zaman söylenenler vardır. “Nerede bu tuzluk?”, “Sürahi nerede?”, “O nerede, bu nerede?” diye bağıran sesler, öylece duvarlarda köşelerde sinip beklerler alacakları cevabı. Bazen kimseden cevap gelmez, bazen de hep bir ağızdan konuşur yerlerini söylerler. Oysaki hiçbiri doğru yeri değildir onların. En iyi evlerin anneleri bilir ne nerededir. Asıl onlar evi bırakıp gidince, eşyalar da öksüz kalırlar. Sessiz, öylece beklerler o gelecek de, onları hatırlayacak da, o melodi gibi yükselen güzel sesiyle bir gün hapis oldukları dolaplardan çıkartılacaklar diye…
Sadece mutfak eşyaları değildir kilitli kalan, dolaplarda elbiseler, çarşaflar, kılıflar, yorganlar, battaniyeler ve daha pek çok eşya, öylece bırakılıvermiştir bir yerlere. Onların da sesi çıkmaz. Ağlamaklı bir şekilde bir gün hatırlanmayı beklerler. Birisi derse ki “Pembe battaniye nerede?” bir an mutlu olur pembe battaniye, için için sevinir, hatırlandı diye. Diğer eşyalarsa hafif kıskanç, biraz da üzüntüyle, kendilerini neden kimsenin hatırlamadığını sorup dururlar kendilerine…
Eski giysilerimiz, bir gün lazım olursa diye bir kenarda beklettiklerimiz, ta evlerde dikiş dikilen zamanlardan kalmış parça parça kumaşlar, hatta eski giysilerden sökülerek bir kutuya toplanmış düğmelerin bulunduğu kutular ve daha neler neler…
Çocuğumuzun küçüklüğünden kalma birkaç parça kıyılıp verilememiş bebeklik eşyası, yine bir gün belki ileride onun çocuğu oynar diye bir kenara koyduğumuz eski oyuncakları… Oysa her şey değişmiştir; ne eski giysiler kullanılır ne de eski oyuncaklar. Çağ değişirken hızla, onlar da sessiz sedasız çağın gerisinde kalmaya devam edeceklerdir.
Defterler vardır, yarısı dolu yarısı boş, kıyılıp bir türlü verilemeyen; kitaplar vardır, okuna okuna eskimiş bazı yapraklarıyla, hafif sararmış ve bazı kitaplar vardır ki kapakları hiç açılmamış, öylesine bir gün okunmayı bekleyen… Sadece bunlar mı? Çocukların eski karneleri hala saklanır. Ne işe yarar hiç bilmesek de yazılı birkaç kağıt hep “Dursun…” diyerek saklanır. Kapı girişinde, antredeki dolabın gözünden yemek tarifleri çıkıverir. “Ayşe’nin Keki, Fatma’nın Kurabiyesi, Ciciannemin Zerdesi…” gibi. Tarifsiz tatlarla dolu ama sahibi gittikten sonra oluk oluk çöpe gidecek bir sürü irili ufaklı kağıt…
Yıllar önce bir makalede bir köşe yazarından okumuştum. “İki sene üst üste bir giysiyi giymezseniz, bir daha giymezsiniz, mutlaka verin…” diyordu. Aslında bunu sadece giysiler için değil, her şey için uygulamalıyız.
Bir gün evlerin sahibi dediğimiz insanlar ağır ağır bu dünyadan göç ettiklerinde, geride kalanlara öyle anılar bırakıp gidiyorlar ki… Çok eski fotoğraflar, belki mektuplar- bizim nesil bu dünyadan çekildikten sonra, kimse mektup atmayı düşünmeyecek. Çünkü kimse birbirine mektup yazmayacak.- Belki de mektuplar gibi değerli birkaç evrak o çöplerin arasından kurtulacak. O kadar…
Benim bir iş arkadaşım vardı, o hep derdi ki; “Dolaplar çok olursa, içleri mutlaka dolar. Dolapların büyüsüne kanmamak lazım.” Ne kadar doğruymuş. Gerçekten bir odaya dolap alındıkça, içi doluyor. Oysa o dolap hiç olmasaydı, belki de o dolaba girip saklanacak pek çok eşyadan daha o gün kurtulmuş olacaktık. Sizlerin evinde de oluyor mu bilmem ama her temizlikte mutlaka koca iki torba kağıt vs gibi çöp atılıyor bizim evden. Yani dostlar, perde inene kadar, yapılması gereken çok işimiz var, öncelikle, “Dünya malı, dünyada kalır” sözlerini unutmadan, yavaş yavaş evlerimizde temizlik yapmanın zamanı geldi de geçiyor. Eşyalarımızın esiri olmadan, belki de evlerimizde değişiklik yapmanın zamanı da gelmiştir. Hep aynı yerlerinde duran eşyalarımızı biraz arayıp da bulmak için yerlerini değiştirmek ve paradigmalarımızdan kurtulmak gerek… Bu hareket bize ne mi sağlayacak? Deneyip görmek lazım…