Eylül’ün hatırına yazdım bu sefer. Kalemim eylül diyor; mevsim aramıyorum artık. On iki ay bir olmuş, benimle savaşır şekilde. Ne yazmama izin veriyor ne de gitmeme…
Arafta kalmış gibi, hiçbir duyguya tercüman olmayacak şekilde direniyorum; direndikçe kavga ediyorum düşüncelerim ve davranışlarımla. “Sebebi yok bunların” desem de hiçbir kaba sığmıyor söylediklerim.
Susmak diyorum, en iyisi. Susunca anlatmak zorunda kalmıyorsun; hele ki en çok anlaşılmak isteyip anlaşılmadığın yerde susmak…
Susmak…
Evet, susmak.
Kalabalık bir caddede onlarca kişi içerisinde yürürken bir anda kaybolup gitmek gibi. Fırtına kopacak ve o fırtına susmaların içinde sessizlik adımlarının gariplik edasına bürünüyorum. Nerede unuttum yılları bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; eskisi gibi değilim. Değiştim, değişti düşüncelerim, aramıyorum artık iyi veya kötü olan ne varsa.
Güneş ülkesinin enlem ve boylamında bıraktım kendimi. Arkama da bakmıyorum; geride bıraktığım benliğimi ya da benlik dediğim her ne ise, yarı barışık, yarısı söz bitişlerimin tüm doğruları, yanlışları, ucu kırık kalemle ellerimin titreyerek yazdığı, sonsuz diye nitelendirdiğim hayal dünyasına ait her ne var ise, yavaş yavaş silindi; sildim sağlam adımların ardından ve sağlam dediğim sebeplerle…
Bunları kendime kabul ettirmek bile zor oldu. Bir baktım ki zamanla her şey olacağına varmış. Farkında olmadan bardağı taşıran son damla taşmış. Tuhaf olan ben miyim yoksa yazdıklarım mı bilmiyorum.
Belki de sonu kötü bitmiş bir baharın, yeşerecek olan yeni tohumların vaveylalarını duyurmak için böyle oldu. Sorgulamıyorum da. Sormuyorum da.