Fakat Yavuz başka… Başkalığı bile başka!
Büyük sefer için Topkapı Sarayı’ndan saltanat kayığı, Üsküdar’a doğru yola çıkar. İki yıl sekiz ay sürecek bir sefer… Tarih kitaplarında Memlûk Seferi diye geçen uzun yolculuk… Memlûk Devleti, Portekiz saldırıları etkisiyle Haremeyn-i Şerifeyn’i koruyamayacak durumda… Yavuz’a karşı da hiç iyi bir niyet içerisinde değil. İki devlet, birbirine gayet ters gidiyor.
Saltanat kayığındalar, karşısında sırdaşı, dostu Hasan Can… O an derin bir sükut hâkim iki dost arasında. Gecenin bir yarısıdır ve sessizliği Sultan Selim bozar. Döner Hasan Can’a bir soru sorar. “Yumurta sever misin?” “Beli (evet/severim) Sultanım.” der Hasan Can. Soru da cevap da sohbet de bu kadardır. Varılır karşıya, ordunun başına geçer Selim Han. Günler, aylar, yıllar, yollar aşılacaktır. Sefer yolunda sultanın otağı kurulmuş, otağın hizmet işlerine de bir halayık kızcağız bakmaktadır. Bir gün/bir ara Sultan Selim otağdan içeri girer, bakar ki direğin üzerinde, direkle deri arasına bir kağıt sıkıştırılmış. Merak eder, ne oladır ki bu sultan otağında? Alır kağıdı, açıp bakar. “Âşık olan neylesin?” Kağıtta böyle yazmaktadır. Yavuz, yazıyı o halayık kızcağızın yazdığını anlar ve altına ilave olarak yazar. “Hiç durmasın, söylesin.” Ve kağıdı tekrar yerine koyar. Sabah olunca halayık kız gelir bakar, kağıt yerinde. Bir korku bir telaş… Alıp kağıdı açar. “Âşık olan neylesin? / Hiç durmasın, söylesin.” Yüzünde bir tebessüm belirir kızcağızın. Altına ilave eder. “Korkuyorsa neylesin?” Yavuz, akşam gelir bakar, kağıt yine orada. Açar kağıdı. “Korkuyorsa neylesin?” Cevap olarak şiire ilave eder Sultan. “Hiç korkmasın, söylesin.” Bırakır kağıdı tekrar yerine. Şiir böylece tamam olunca, Sultan Selim Han, kızı nikahına alacak olur, alacaktır. Nedimeler gelin kızı hazırlar, nikah merasimi olacak. Bir ara Sultan Selim, çadırdan başını içeri uzatıp bakar. Kızla göz göze gelirler. Karşısında Yavuz’u gören kız, heyecandan nefesini toparlayamayıp oracıkta ölüverir. İşte görmekle âşığın nefesini kesen bu büyük aşka Sultan Selim’in yazdığı ve bendeniz fakirin de çok sevdiği şiir şöylecedir:
Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek,
Giryemi kıldı füzun eşkimi hun etti felek,
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan,
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek.
(Gözbebeğime bilmem ne büyü etti felek,
Ağlamamı bol yaşımı kan etti felek,
Aslanlar kahrımın pençesinde titrerken,
Beni bir gözleri ahuya muhtaç etti felek.)
(Küçük bir bilgi olarak buraya notunu düşelim. Beşir Ayvazoğlu’nun Ateş Denizi adlı romanında konu olarak hayatını ele aldığı büyük bestekâr Tamburi Cemil Bey, bu şiiri bestelemiştir.)
Yavuz, büyük şair aynı zamanda. Divanında şiirlerini Farisi yazmış fakat Türkçeyle de üstün şiirler ortaya koymuş. Yavuz’un şairliği demişken ilk akla gelenlerden devam edelim öyleyse:
Sanma şâhım / herkesi sen / sâdıkâne / yâr olur
Herkesi sen / dost mu sandın / belki ol / ağyâr olur
Sâdıkâne / belki ol / bu âlemde / dildâr olur
Yâr olur / ağyâr olur / dildâr olur / serdâr olur
(Şahım sen herkesi kendine sadık dost sanma
Sen herkesi dost sanma belki o düşmanın olur
Belki o kişi âlemlerde sözü geçen olur
Dost olur düşman olur sözü geçen olur hükümdar olur.)
Bilmeyenler için söyleyelim; şiir, yukarıdan aşağıya doğru da kalıplar hâlinde aynı şekilde okunur. Bu yapısıyla dünyada ilktir. Vezni aher sanatına bir örnektir.
Şiir, Yavuz’un İran seferi ve Şah İsmail’le olan münasebetiyle ilişkilendirilir. İskender Pala’nın Yavuz’u konu ettiği ve açıkçası çok yönüyle de beğenmediğim romanlar arasında yer alan Şah Sultan’da da detaylıca anlatılır.
Sultan Selim Han, Hasan Can’la birgün sarayda otururlarken bir şair gelir. Hünkarımıza bir şiir yazdım, onu arz etmek isterim der. Alırlar huzura şairi. Utana sıkıla başlar okumaya. Şiir, yirmi bir beyitlik bir şiirdir. Şiiri bitirince kaldırıp başını bakar Sultan Yavuz’a. Hünkar acaba beğendi mi beğenmedi mi? Bakar ama Sultanın kaşları pek çatıktır. “Sen utanmaz mısın bizi kandırmaya!” diye gürler Sultan Selim Han. Şair, korkudan gitti gidecek.
“Estağfurullah sultanım, kulunuz hiç öyle şey yapar mı?”
“Niye bu şiir benim dersin!”
“Hünkarım, benim şiirimdir. Ben yazdım.”
“Sen yazdınsa ya biz nereden biliriz bu şiiri!”
“Anlamadım, af buyurun hünkarım!”
Yavuz, yirmi bir beyitlik şiiri ezberden okuyunca şair donup kalır.
“Sultanım, dün gece yazdım. Sabaha karşı bitirdim yazmayı.”
“Bak hâlâ yalan der! Bir de sen oku hele Hasan Can!”
Hasan Can da aynı şiiri ezberden okur. Şairin nefesi kesildi kesilecek! Sultan, “vurun kellesini” diye söyledi söyleyecek. O an, “dur bakalım, dur” der Yavuz. “Ben duyduğumu ilk defada ezberlerim, Hasan Can ikinci defada ezberler. Şiir senindir.”
Dönülür Memlûk Seferi’nden. İki yıl, sekiz ay geçmiştir. Üsküdar’dan saltanat kayığına binerler karşıya geçmek için. Sultan Selim Han bakar Hasan Can’a ve der ki: “Nasıl?” Hasan Can: “Rafadan, Sultanım.” diye cevap verir.
Bunun adı, izahı nedir derseniz, çok şey söylenir. Elimizde kalmayan, ama varmış gibi kabul edilen, sahteleşmiş çok şeyin sahteleşmemişi söylenir.
Fakat Yavuz başka!
Çok güzel seçkin bir dil üslup we birikim. Hep diyorum üstünlük mümkündur