ÖZGÜRLÜK NEYDİ Kİ?
Özgürlük nefes almaktır derinden…
Doldurup ciğerlerinin her zerresini,
İlk aldığın nefesmiş gibi doğarken…
Aldığın son nefesmiş gibi ölmeden,
Özgürlük ağlamaktır içten içten…
Korkmadan çirkinleşeceğinden,
Salya sümük derler ya işte öyle…
Bir çocuk gibi uzak rollerden,
Özgürlük gülmektir, yürekten…
Sevmektir dünya dönerken,
Bakmaktır sabahları pencereden…
Görmektir, güneşi doğarken.
Belki de insanlar sadece ikiye ayrılır: Savaşın insanları ve barışın insanları. Özgür olan ve esaret altında olanlar. Barış samanında, evladı karşı kaldırıma geçerken, endişelenen bir anne ve bombardıman altında kalan yavruları için endişelenen bir anne.
Ekmek aslanın ağzında değil midesinde diye biraz da sitem ile çalışan didinen bir baba, eşini ve yuvasını kirli ellerden korumak için korumak için gözü dönmüş canilere karşı mücadele eden bir baba.
Evlilik ve gelecek hayalleri kuran genç kızlar ve namusları ile ölebilme derdinde olan genç kızlar.
Kariyer kaygısı ile sınav sınav koşuşturan gençler ve sadece özgürlük savaşı veren gençler… Rengârenk oyuncaklardan hangisini seçsem diye düşünen çocuklar ve oyuncakları boş kovanlar ve taşlar olan mahzun, mahrum, mecbur ama melek yavrular.
Bir gece, rüyamda o şehre gittim…
Masmavi bir denizi vardı
Binalar tek katlı şirin mi şirin…
Köprü altlarından ırmaklar akardı
Çocuklar mutlu, kadınların huzurlu,
Gençlerin gözlerinde ışıltı
Dört yan yemyeşil, günlük güneşlik,
Yemişler sarmış ağaçları
Dedim; burası neresi?
Dünyada böyle yerler de var mı?
Dediler burası Gazze’dir,
Size esaretin, bize cennetin adı…
O sabah uyandım ve yine ağladım. Şımarmış benlikleri, azgın nefisleri düşündüm sonra. Basit meseleleri arşa çıkarıp dert diye ilahi huzura varıp ağladığım anlara yandım. Bu gün ne pişirsem ne büyük bir dert, ondan fecisi bu gün ne giysem, hangi komşu bilir daha çok çeşit bu günlerde bir ona gitsem.
Bir yerde akan kanlar bir yerde tepinmeyi eğlenmek zanneden zavallılar. Asıl zavallı savaşın insanları mı barışın insanları mı? Nasıl hesap verilecek ve savaşın insanları ile aynı cennet nasıl hak edilecek?
Dünyanın herhangi bir köşesinde, öz benliklerine yapılan baskı, işkence ve tecavüz altındaki, sabırla varlık mücadelesi veren onurlu kardeşlerime, tek yapabildiğim kelimeler adamaktı, dualarım ile birlikte.
ESİR KENTLERİN MASUM MAHKÛMLARINDAN MESAJ VAR: SABRET
Ben esir kentimin, yorgun annesiyim. Dallarım kurumuş, yapraklarım sararmış, mevsimlerden sonbaharmış. Gönlümün kuşları, güneşimi çalmış, başka diyarlara göçmüş. Ayaklar altındaki yapraklar, sanki benmişim onlar. Yağmur yağar ıslanırmışım, rüzgâr eser savrulurmuşum…
Üzülme diyor rüzgar ’’sabret sabret’’ sana uzak değil cennet.
CENNET GELİNİ
Ben esir kentimin masum kızıyım.
Çevirdim hayat sayfalarım, daha dün pembeydiler. Birden nasılda büründüler senin rengine. Bahtımın rengi buymuş demek ki. Yok yok pembe değil, ölü düşler pembe olmaz ki.
Bahtımın rengi siyah ve hatırladığım tek renk anne karnından. Beni siyahla mı cezalandıracaksın yoksa? Ben alışığım siyaha. Sakla siyahla gerçekleri ve ört günahlarını siyahla. Hem siyah kirde saklar değil mi?
Düşümde bir siyah bulut gördüm. Beni alıp götürdü siyah bir geceye.
Güneş siyah saçlarını tarıyordu öylece. Simsiyah kuşlar semada, sema yapıyordu. Siyah ipek elbiseli çiçeklerle. Sonra siyah bir hücreye kapattılar beni. Siyah bir taburenin üzerinde bir kırık radyo ve fısıltı gibi bir ses. ‘‘Siyah perçemini dökmüş yüzüne’’ Bir türküydü bu, adeta ağıt gibi. Sesini açmak istedim uzandım yetişemedim. Bir siyah el geldi ve susturdu bütün seslerimi. Türkülerimi de çaldılar düşlerimle beraber, siyah bir çukura attılar. Aslında siyah olan sadece bana uzanan insan artığı eller. Bütün gücümü toplayıp siyah bir hançerle, var gücümle vuracağım satılık bedenlerine. Kanları da simsiyah akacak. Ama ellerime hiç bulaşmayacak. Çünkü onlar kirletemez ellerimi, yüreğimi, bedenimi. Firavunlar, Asiyelere dokunabilir mi?
Ebediyette sakladım emellerimi, olacağım cennet gelini.
SİTEM
Bana buralarda, esir kentin kahramanı diyorlar. Ben bir ‘‘iyi kahramanım’’ hep kötülerin kuvvetli olduğu bu dünyada. Korkma kardeşim yaklaş bana, oralardan sesimi duyamazsın ki. Korkma yaklaş karanlığıma. Bu karanlıklarda sen de varsın unutma.
Biz savrulurken, hüzün çiçekleri gibi. Akıtırız kan rengi gözyaşlarımızı, yürek çanaklarımıza. Sen çek git, mutluluğun kollarına. Sen çek git ben alışığım nasılsa. Bu gönülde HAK sevdası oldukça, küllerimden yeniden doğarım.
Gerçi çıkıp da gelsen ya, seni candan kucaklarım. Ya da kal orada, hiç gelme. Bırak bizi bu zombilerin eline. Sıyrıl ve git ben alışığım nasılsa. Sen sevinirken hicrana, ben yerinirim, vuslata vakit uzadıkça.
SESİM CILIZ ÇIKSA DA
Ben esir kentimin masum çocuğuyum. Buraları ıssız, terkedilmiş limanlar gibi şimdilerde. Bense sahipsiz ve kaderine terkedilmiş bir gemiyim sanki. Dört duvar arasında kalmış bu şehir. En kötüsü de, hiçbir zaman kuş gibi uçamam ki.
Özgürlük ne renkti sahi? Sarı, beyaz, yeşil… Yok yok, bence mavi. Hem ne varsa özgür, deniz gibi, gök gibi, mavi. Birde, kuşlar özgür, birde benim kanatlarım kırık. Birde, benim zamansız büyüyen.
Her yer koca karanlık ama karanlıktan ürkmeyiz biz. Yeter ki bombalarla aydınlanmasın, razıyım uzun olsun geceler. Razıyım Ay ışığıyla da aydınlanmasın, hatta gök gürültüsünden de korkmuyorum artık. Beni avutacak annem babam yok çünkü. Dedim ya dört duvar bu şehir… Ve ben, yazık ki bir kuş değilim…
Bizler oyunu unutalı çok zaman oldu. Bayramlarda bile gülmeyiz doya doya. Cennet kuşları diyorlar ya tüm çocuklara, birçok kuş ile kalıyorum aynı odada. Şekerin tadı nasıldı unuttum, kardeşim en çok limonluyu severdi.
Beni almadı annem, cennette onunla gitti. Limonlu şeker yer mi orada? Annemi de çok özledim babamı da. Kardeşlerim el açıyor musunuz bizim için duaya. Dünyadayız biz de, değiliz ki uzakta. Uzatıyorum ellerimi, haydi ellerimi tutsanıza…
ALLAH’ım çok küçüğüm, beni yalnız bırakma. Yetiş ya MUHAMMED imdadımıza.