Bahar ayının sert rüzgarları sonbaharı anımsattı bende de. Bir şeker portakalı görüyordum sanki düşümde, hiç düşünmeden. Sonra sözünün şiirlerin en mükemmeli olduğunu haykırdı radyoda çalan şarkı. Birden sesi kesildi radyonun. Hemen açmaya çalışırken eliyle tuttu ellerimden, benim şiirim de sensin sevdiğim. Bu cümleyi duyunca sanki çöldeki bedevilerin arasından sıyrılıp su deryasına düşmüş göçebeler gibi mutluluk duydum. Elinden tutup ayağa kalkarak camdaki insan manzaralarını seyre koyulduk. Tabi radyoda bu defa onun sevdiği şarkılar çalıyordu. O benim gibi öyle arabesk, türkü falan dinlemez, dümdüz caz klasik takılır. Zamanında çok acı çektiğimizden birbirimizi tamamlamakta üzerimize yok. Sonra masmavi gözlerine tüm yumurcaklığını sığdıran sarı saçlı kız çocuğuna bakarak güzel hayallerin peşini kolladım. Sandalyeye oturmadan evvel kulağına fısıldayarak:
– Bizim de böyle bir kız çocuğumuz olsun. Gözleri denize masalları fısıldayan. Saçlarıyla ekinlere kıskançlık vaadeden. Ne dersin hep kaçamak yaşadık birçok şeyi artık yasaklar sarsmasın bizi.
O da benim sözlerimden memnuniyet duyarak yanıma yanaştı:
– Adını dilediğimiz gibi koyarız belki sen, belki ben ama kaderimiz elverir mi bilemem?
– Dileğin dileğim olsun sevgilim. En ağır yazgı sevgimizi engel midir sence baksana şu umut dolu gökyüzüne ve cıvıldaşan çocuk seslerine. Hem sen benim şeker portakalım doğacak çocuğumuz o ağacın ilk tohumudur belki de. Sessizliğe doğru koşar adım yürüyelim deliler gibi birbirimize.
Sözlerimi tamamlamaya izin vermeden yanağımdan öperek:
– Sus günümü güzümü ve en zor anımı bahar güneşim. Şimdi bu hayalleri odamızda süslemenin tam vakti.
Kollarına atılarak sımsıkı sarıldım ona, dünyanın tüm zamanları bir araya gelse, tüm anneler en sahici gülümsemelerini bu kareye armağan etmek isterdi. Ama belki de uzun bir zaman sonra karşımda sevgiyle bağlı olan bu kadın benden nefret edecek, doğacak olan çocuğumuzu benden gizleyecek, uzaklaştıracaktı. Bu ihtimalleri düşünerek bir sigara yaktım. Kendime zarar vermek ister gibi büyük bir iç çekişler ilk fırt dudağımdan kayarak göğe doğru yükseldi. İkinci fırtı içime doğru alırken birden onun sesiyle irkildim:
– Hazırım artık çöl çiçeğim en soylu bedevim. Senin için her şeyi feda etmeye hazırım sevgilim hazırım.
Birden elimden kayıp giden kanla resmedilmiş fotoğraf karesine acınası bir yüzle bakıp ranzanın kenarına yerleştirdim. Sesler gitgide çoğalıyordu, kendimi toplama kampındaymış gibi hissedince sarsılıp kendime gelmem ranza arkadaşımın dürtmesiyle oldu. Bağırarak bana yaklaştı:
– Hadi artık kalk nöbete gitmemiz lazım. Badi hadi lan noldu yine.
Gözlerimdeki nemlenmiş damlaları silerek:
– Göz damlasını gözüme fazla damıtınca böyle olmuş tertip. Haydi biz silahlık nöbetine gidelim de daha fazla azar yemeyelim.
– Senin sayende yiyeceğim kadar zılgıtı hem ben hem koğuştakiler yedi, dert etme yani sen paşam.
– Neyse daha fazla burada oyalanmadan gidelim.
Kafasıyla dediklerini sinirli bir şekilde onaylayarak ilerlemeye başladı. O sırada botumu bağlamakla meşguldüm. Koğuşun kapısı büyük bir gürültüyle açılınca haliyle irkildim. Gelen Mert Asteğmendi. Gecenin kör karanlığında ilerleyip yanıma yaklaştı:
– Lan olum bak, kimseye bu klişe konuşmayı yapmak istemem ama uyursan ölürsün. Bak arkadaşların sınırın diğer ötesinde kim bilir hangi kahpelerle çatışıyor, senin rahatın paşada yok, daha tatlı uykunu bölemiyorsun.
O an komutana ne diyeceğimi bilemedim ki, ondan gelen son mesajı mı yoksa eskilerden kalan son resminin kana bulandığını mı.
Komutanın peşi sıra bin bir özürle peşinden koşarak ranza arkadaşımın yanına vardım.
Ranza arkadaşım benim aksine hiçbir zaman kitap okumak ya da buraya geldiğimden beri değişik müzik dinlemezdi. O hep geç uyur flörtleriyle sohbet eder bende üst ranzada olduğumdan onun sohbetlerine maruz kalırdım. Bu defa da boş bir kağıt önünde esas duruşta durmuş komutan ve beni görünce tekmil vermişti. Ancak ben kendimi gülmemek için acayip tutmuş komutan gider gitmez gülüp üstüne şakalar yapmaya başlamıştım. O da bayağı sinkaflı küfürler saydırıp başımın etini yemişti. Saatimiz yavaş yavaş nöbetin bittiğini gösterdiğinde koğuşumuza giderken, haberci çıkmamıza izin vermeyerek:
– Beyler Serdar Üsteğmen 1273 ve 1274’ü çağırıyor tanıyor musunuz?
Ranza arkadaşım bana imalı imalı bakarak içinden belki de binlerce küfürler saydırıyordu. Söze başlayıp konuşacakken Cengiz beni susturarak:
– Evet kanka, biziz noldu? Kötü bir şey yok ya?
Haberci yüzündeki endişeli ifadeyi iyice yansıtarak:
– Valla komutan çok gergin, bana da tam bir şey demedi.
‘İşte şimdi hapı yuttuk’ diye içimizden geçirdik. Odaya doğru hızlı adımlarla yürüyüp içeri girmek için kapıyı tıklattım. İçeriden sert bir ses ‘gel’ dediğinde durumun oldukça vahim olduğunu fark ederek içeri birlikte girdik. Komutan yeni kıyafetlerini giyindiğini belli eder gibi bir tavır takınarak:
– Lan daha az evvel seni Mert Asteğmenin uyarmadı mi, şimdi yeni bir vukuat oğlum. Ben hamile karımı evde bir başına bırakıp geldim lan, sizde hiç mi utanma yok?
Ne yapacağımı kara kara düşünmenin asıl şimdi tam sırasıydı…
DEVAM EDECEK…
Tüm genç zihinlerin ve ülkemiz yurttaşlarının 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramını gönülden kutlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve tüm silah arkadaşlarını rahmet ve minnetle anıyorum.