İnsan, yaratıldığından ve toplu yaşama geçtiğinden beri köyler, kasabalar, şehirler kurmuş; önce küçük koloniler, kavimler hâlinde, sonra geliştirdiği medeniyetlerde daha iyi ve rahat bir yaşam için arayışlarını hiç bırakmamıştır. Gerek eski kavimlerde gerek günümüz toplumlarında bir elit sınıf ve orta sınıf vardır. Yoksul sınıf ise ekonomik olarak alt kesimdir. Bu durum Avrupa’da da böyledir, dünyanın pek çok yerinde de.
Tarihimize baktığımızda, Selçuklu ve Osmanlı’da elit ve zengin sınıfın yoksulu koruduğunu, konaklarında misafir ettiğini, sofralarına oturttuğunu, yardım vakıfları kurduğunu görüyoruz. Kimseyi incitmeden yardım elini ihtiyaç sahiplerinden çekmemişlerdir. Ülkemizin bazı yerlerinde sadaka taşları hâlâ vardır. Zenginler oraya para koyar, ihtiyaç sahipleri ise yalnızca ihtiyaçları kadar alırdı. (Şimdi ise askıda ekmek sadakasını ihtiyaç sahibi olmayanlar alabiliyor, ne büyük tezat!)
Peki, ne değişti? Kanaatimce o dönemin zenginleri, servetin ve varlığın geçici olduğunu, o servette yoksulların da hakkı bulunduğunu biliyorlardı. Yoksullar ise kanaatkâr ve tevekküllüydü. Hüseyin Rahmi Gürpınar kitaplarında bu yaşamı güzel resmeder. Nalıncı Baba’nın yalnızca Yaradan’ın rızasını kazanmak için yaşadığını tasavvufî bir anlayışla okuyoruz.
Günümüzde insanlar, zenginlik ve güç elde edebilmek için çılgın bir yarış içinde. Sanırım şu düşünceden yoksunuz: Bilinçaltımızda hep bu dünyada yaşayacağımız inancı hâkim. “Güç bende olmalı, kimseyi düşünmüyorum” düşüncesi baskın. Şunu da belirtelim; sahtekârlık insanları güvensizliğe itiyor. Her yerde bir dilenci var; ancak çoğu aslında gerçek ihtiyaç sahibi değil, duygu sömürüsüyle kazanç sağlıyorlar. Bunlara medyada ve gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde sıkça rastlıyoruz. O hâlde yardımlarımızı daha bilinçli yapmalı ve takipçi olmalıyız.
Elbette en önemlisi, kendimizi sorgulamak, düzeltmek, yardımsever olmak ve topluma daha entegre bir şekilde yaşamaktır. Atalarımızdan feyz almalıyız. Aksi hâlde “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer.” der, hem geçmişe hem de bunu yapabilen toplumlara özenir dururuz.
İnsan, kısa ömrüne her şeyi sığdıramaz. Çok zengin de olsa, sıra dışı istekleri de olsa, nasip bir yere kadardır. Mars’a gitmek için de koştur, Mariana Çukuru’na inmek için de. Ancak her sırrı bilemeyeceği gibi, aşırı hırs ve tamahın kendisine zarar vereceğini de bilmek zorundadır.
Danışmanlık yaptığım ailelerde, villası olan arkadaşlarını kıskanan, X çikolatasını yiyen arkadaşlarına gıpta eden çocuklar ve gençler görüyorum. O hâlde dinî ve kültürel eğitim önce ailede başlamalı, okulda devam etmelidir.
Şunu da belirtmek isterim: Lütfen, toplumdaki her birey zaman zaman ihtiyaç sahibi öğrencilere katkıda bulunsun. Okul yönetimlerinden bu öğrencileri öğrenerek, onları incitmeden bir harçlık verebiliriz. Hastaları, huzurevlerini ve yaşlıları ziyaret edelim, bir hatır soralım. Toplum bilinci böyle gelişir. İnsan olarak bencillik ve hırs duygularımız törpülenirse, daha iyi bir nesille geleceğe güvenle bakabiliriz.
SAĞLIK, HUZUR VE SEVGİYLE…