Geçmişin Tazeliği

Kürşat Oğurlu 898 Görüntüleme 6 Yorum
9 Dak. Okuma

Seçici algı ya da algıda seçicilik. Gündelik hayatımızın biteviye akışı içerisinde kendiliğinden olduğunu düşündüğümüz tüm bilişsel süreçlerin girizgahı. Zihin dışarıya yönelir, odaklanır ve kendine bir meşgale bulur. Her gün ve her an zihnimiz sürekli odaklanma halindedir. İşte zihnimizin bir nesneye ya da olaya odaklanmasından hemen sonra işin içine algı dediğimiz, kendi tarihselliğimizin mihmandarı girer. Algı, zihnimizin ilk kontrollü girişi kapısı… Çünkü dışarıya ya da kendi içimize baktığımızda o kadar fazla uyarıcı şey dikkatimizi celbederki, içlerinden birini hızlıca seçmek zorunda kalırız. Örneğin, bir mağazaya girdiğinizi düşünün, yüzlerce kıyafet arasından sadece birine dikkatimizi veririz ve sonra dikkatimizi sürekli kaydırarak diğerlerine bakarız. Peki bu dikkatimizi verme, seçtiğimiz şeye odaklanma öylesine, başıboş ya da rastgele mi oluyor? Odaklandığımız şeyleri sadece nesne(giysi, ayakkabı, araba vs.) olarak düşünmeyin; yaşantılar, yaşantılara ilişkin ayrıntılar, ilişkili kişiler bizi etkileyen şeye odaklanmada belirleyicidirler. Basitçe söylemek gerekirse kırmızı değil de sarı kazağın dikkatimizi çekmesinin tek sebebi sarı rengini sevmemiz midir? Peki bu nazar-ı dikkatimizi yaşantılarımıza yönelttiğimizde, durum bu kadar basit ele alınabilir mi? Neden her yaşantımızda benzer ayrıntılara odaklanırız? Çocukluğumuzdan beri bazı sıfatlar, sözler neden sürekli zihnimizde dolanır durur? Olaylarla ilişkili sürekli olumsuz şeylere odaklanmamız bizi kötü sonuçlardan koruyor mu yoksa içimizdeki yapamayacağımıza dair inançla karşılaşmaktan mı korkuyoruz?

İnsan, içine ve dışına yönelirken olanları, tüm tarihselliği ile algılar ve anlar. Peki tarihsellikten ne anlıyoruz? Bütün yaşamımız, anne-babamız ile ilişkimiz… yani yaşama merhaba dediğimizde anne-babamızdan öğrendiklerimiz, kabul edilmişliğimiz ya da reddedilmişliğimiz. Dünyaya merhaba dediğinizde sizden sevgisini esirgeyen, sadece bedensel ihtiyaçlarınızı gideren annenizin ya da korktuğunuzda sizi yalnız bırakan, size sarılmayan bir babanızın olduğunu düşünün. Sizin için tamamıyla belirsiz olan dünya daha da siyah bir hal alır ve sonuç olarak hissettiğiniz tek duygu “güvensizlik” olur. Kendinizi tedirgin hissedersiniz. Ve haliyle bir yaşantıya dair duygu yoğunluğunuz ne denli fazla ise, o yaşantı bütün negatifliği ile yaşamınız boyunca etkili olur. Örneğin, 0-2 yaş arasında bebeğin dünyaya ve insanlara dair güven-güvensizlik hissi oluşur. Bu his anne-baba(bakım-veren) aracılığı ile oluşur. Terk eden, sevmeyen ya da sevemeyen, ağladığınız zamanlarda sizin sakinleşmenize yardım etmeyen ebeveyniniz var ise, tedirginlik tüm yaşamınıza sirayet eder ve yetişkinlik yaşamınızda diğer insanlarla ilişkilerinizde kendinizi hep tedirgin ve güvensiz hissedersiniz. İnsanlardan zarar görme hissi daha baskın olur. Nilüfer Devecigil’in Işığın Yolu isimli kitabında söylediği gibi “ebeveyn (beynin) alt katını (öfkemizi, korkumuzu, tedirginliğimizi) regüle etmezse çocuk ya o korkutucu sesle duygulardan koparak ya da devamlı öfke nöbetleri yaşayarak mücadele edecek. Çevresinde her an olmayan yılanlar gören bir beyin(zihin) düşünün.”

Plotinos’un sözü, insanın sürekli izlediğine, gözlemlediğine dönüştüğünü söyler. Peki sürekli izlediğimiz, gözlemlediğimiz anne ve babamız ise? Onların bize hissettirdikleri, söyledikleri yaşamın bizim için neye benzediğini ve ne anlam ifade ettiğini etkiler ve kimi zaman belirler. Eğer sürekli sizi eleştiren, alaya alan, hiç bir işe yaramadığınızı söyleyen bir anneniz/babanız var ise ilerleyen yaşamınızda muhtemelen her yeni şeye giriştiğinizde kendinizden emin olma seviyeniz aşağılarda olacaktır. Çünkü yaşamımızın ilk yıllarında anne/babamızın bize dair söyledikleri bizim gerçekliğimiz halini alır. Sürekli işe yaramadığını duyan bir çocuk, gerçekten işe yaramadığına inanacaktır ve bu inanç onun bütün yaşamına sirayet edecektir. Düşünsenize dünyaya geldiniz, her şeye muhtaçsınız ve ihtiyaçlarınız için muhtaç olduğunuz anne/babanız sizden sevgisini, tatlı kelimelerini esirgiyor. Aciz olan tanınmak, onaylanmak ve bilinmek ister. Çocuk aciz, anne/baba ise mühür sahibi. Onlar ne derse çocuk ona göre mühürlenmiş olacak. Sürekli işe yaramadığı söylenen, eleştirilen, kırıcı sözler duyan bir çocuğun vereceği ilk tepki “annem/babam bana bunları söylüyorsa doğru söylüyordur. E benim onların sevgisine, şahitliğine ihtiyacım var. O zaman haklılar ve onların istediği gibi bir olmalıyım” olacaktır. Çocuk bunları düşünür mü? Düşünür efendim. İçselleştirir ve bir de yaşamı boyunca bu sözlerle yaşar. Aramızda aşırı kaygılı, sürekli eleştiren, hiç bir şeyi beğenmeyen anne/babası olan kişiler vardır elbet. Düşünün bakalım: yetişkinlik yaşamınızda bir şey yaparken (sınava girdiniz, evlendiniz, ticari bir girişimde bulundunuz vb.) zihninizin arka tarafında bir fısıltı size hep eşlik etmiyor mu? Kesin berbat olacak, başaramayacağım, acaba yapabilir miyim… ya da anne/babanızın silüeti gözünüzün önünde canlanmıyor mu? Bir işi de becer be, bu var ya kesin yapamaz, ama ben sana demiştim diye konuşan. Tabi bu cümleler arttırılabilir. Siz istediğinizi ekleyebilirsiniz. Anne/babanın söylemleri o denli etkili olur ki, onların yanımızda olmalarına gerek kalmaz artık. Zihnimizdeki ebeveynler bizi kontrol etmeye devam eder. Bilinen bir örnekle devam edeyim: Gönül dağı dizisinde Veysel karakteri babası Muammer için şöyle der: Tüm yaşamım kendimi babama sevdirmekle geçti. Bunu toplumumuzda içsel olarak yaşayan o kadar çok evlat var ki. Esirgenen sevgi, bütün bir hayata mal oluyor. Ebeveyn ölse bile kişi kendi zihnindeki anne/baba figürüne layık olmak için çabalıyor ve bunu bir ideal haline getiriyor. Çünkü insanı annesi/babası sevmeyince, tüm mahalle de sevse kalbi itminana ermiyor(alıntıdır).

Duyguyu hafife almamak gerek. Çünkü her duygunun bir dili vardır. İnsanın kalbi ancak o dil gerçek şeyler söylüyorsa tatmin olur. Duygunun tanınması, çocuğun tanınması ile aynı şeydir. Çünkü çocuk anne/babası tarafından görülmek, kabul edilmek ister. Peki siz duygularınızın sürekli reddedildiğini/görmezden gelindiğini düşünün? Siz ağlıyorsunuz ama anne/babanız görmezden geliyor. Bir süre sonra siz otoriteye uyar ve kendi duygularınızı görmezden gelirsiniz ya da kendinizi onlara sevdirmek için amansız bir çaba sarf edersiniz. Sizin için diğer insanların sevgisi elde edilmeli ve bunun için her şey yapılmalıdır. Çünkü sizin ne yaşadığınız ve ne hissettiğiniz önemsizdir. Önemli olan diğer insanların ne hissettikleridir. Diğer insanların duygularını önemsemeyi öğrenen çocuk, diğerleri için yaşar. Yaşamı diğerlerinin sözleri, ne hissettikleri etrafından döner.

“Ahlak varlığa özen göstermektir.” (Agnes Heller)

Kendisine özen gösterilmeyen çocuk, kendine özen göstermemeyi öğrenir. Yazımızın başına dönelim. İnsan zihni bir çok şeye bir anda odaklanamaz, hal böyle olunca seçici davranır. Peki bizim kendimize ve ilişkilerimize dair (olumlu, yapıcı bir seçicilikten bahsetmiyorum) seçici davranmamızı etkileyen şeyler neler? Anne/babanız sizi görmezden gelmiş, sizi sürekli eleştirmiş, yaptığınız hiçbir şeyi beğenmemiş veya her yaptığınızda bir kusur bulmuşsa, zihniniz ilişkilerinizde hep anne/babanızın söylemlerini haklı çıkaracak şeylere odaklanacaktır. Bakın, çocuk anne/baba onayına, sevgisine öylesine muhtaçtır ki, eğer anne/babası ona sürekli ‘aptal’ diyorsa zihni eğer ‘aptal, başarısız, işe yaramaz’ olursa anne/babasının istediği bir çocuk olacağına inanır ve yaşamı bunun üzerine şekillenir. Sürekli iş batıran insanlara bakın, ihtimaldir ki sürekli alaya alan, eleştiren, yok sayan ebeveynleri vardır ya da sürekli anti-sosyal davranışlarda bulunan kişilere bakın: içten içe beni kabul edin, beni sevin diye bağırıyorlardır ve kabul edilmek, dikkatimizi celbetmek için yıkıcı davranışlarda bulunmaları gerekse bile.

“Her ruh bizzat temaşa ettiği şeydir ve temaşa ettiği şeye dönüşür”. Çocukların söylenilen şeyleri, doğru ya da yanlış diye net ayırmaya yardımcı olan zihinsel bileşenleri tam manada gelişmemiştir. Çünkü onlar için her şey yenidir, tecrübeleri yoktur ve böyle olunca da söylenen her şey onlar için doğrudur. Anne/babası defaatle olumsuz bir sıfatla çağırıyorsa, çocuk öyle olduğunu düşünür ve buna inanır; hatta daha önce söylediğim gibi anne/babasının sevgisini elde etmek için, onları haklı çıkarmak için her şeyi yapar. İşte zihnimizin kendimize ve ilişkilere dair seçici davranması, bir örnekle sevginin şartlı elde edildiğini öğrenen biri için sürekli vermesi gerektiğine inanmasının temel sebebi, çocukken zihnimize yerleşen ebeveyn söylemleridir. Öylesine sinsi ve iyi niyetlidirki bu söylemler(!), hep bizim iyiliğimizi düşündüğünü fısıldar durur. Manipülatiftir, yoğun duygu içerir ve aslında hep yanlıdır. Maskelerin ardından konuşur bizimle ve aynı maskeleri bizim de takmamızı isterler. Kendi gerçekliğimize ulaşmak demek, onlara ihanet etmek anlamına gelir. Alışılmış olanın verdiği güven hissini sürekli ön plana çıkarır ve farklılaşmayı kötülerler. Ve sürekli yinelenen sözlerle içimizdeki çocuğu unutmaya başlarız. İçimizdeki ebeveynlerle karşılaşma cesaretini bulma umuduyla diye ekleyip, Fernando Pessoa’ın Gizemli Maske şiiriyle yazımı sonlandırayım:

“Maskeyi çıkarıp aynaya baktım
yıllarca önceki çocukla aynı çocuktum
hiç değişmemiştim…
Maskeyi çıkarmayı bilmenin olumlu yanı bu.
Sen hala aynı çocuksundur,
sürüp giden geçmiş,
o çocuk.
Maskeyi çıkarıp yeniden taktım.
Böylesi daha iyi.
Böylece ben maskeyim.
Ve depoya dönen bir tramvay gibi normalleşiyorum yeniden.”

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Psikolog
6 Yorum
  • Yazınınız için teşekkürler, bir öğretmen olarak makalenizde bahsettiğiniz olayları öğrenciler üzerinde deneyimlemekteyim. Aile ile iletişimi olumlu ve tutarlı bir seviyede seyreden öğrenciler sosyal ilişkilerinde daha pozitif ve sorunlar üzerine odaklanmayan kişilik özelikleri sergilemektedir. Fakat ebeveynleri ile aynı iletişimi kuramayan öğrenciler için benzer şeyleri söylemek çok zor. Bu öğrenciler daha çok kendilerini kanıtlamak için olumsuz davranışları rahatça sergileyebiliyorlar.

    • Yaptığınız katkı için teşekkür ederim:) ebeveynle kurulan ilişkinin izlerini yaşamımızın her köşesinde bulabiliriz.

  • Yine çok güzel ve özel bir yazı olmuş Kürşat….
    Çok önemli noktalara dokunmuşsun…
    Temennim bu yazını okuyan Anne ve Babalar da farkındalık yaşayıp yaşamlarına geçirebilmeleridir…

    Bir başka yazında görüşmek dileğiyle….

    • Sema hanım, yazı ile ilgili geri dönüş yapmanız beni mutlu ediyor:) Yazıyı okuyan ebeveyn ise hem anne/baba hem de çocuk rolündedir aslında. Kişi kendindeki yaraları görmeli ve bu yaraların çocuğuna etkilerine farkedebilmeli. Döngüyü kırabilmek için anne/babamızı oturtulan kutsal koltuklardan indirmek gerekiyor.

  • Emeğinize , kaleminize sağlık Kürşat bey, özellikle çocuklarımıza ve tabiki içimizdeki çocuğa, ebeveynliğe dair farkındalığı artıran ,emek verilmiş güzel bir yazı olmuş. Yeni yazılarınızı bekliyoruz , kolaylıklar dilerim

    • Teşekkür ederim Ayşe hanım:) Geri dönüşler önemli benim için:) Faydalı olması mutlu ediyor beni:)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version