Gece boyunca aralıksız yağan şiddetli yağmurun ardından Güneş, görevini yerine getirmenin mutluluğu ile ağır ağır yol alan kara bulutların arasından ilk ışıklarını göndermeye başlamıştı. Köy içinden gelen köyün kendine özgü sesleri ve horozların ötüş sesleri ile uyanan Ali; sırdaş odasının penceresinden yeşil deniz ile mavi denizin insana huzur veren uyumunu izlemeye koyuldu. Aklındaki karmaşık sorular ruhunu huzursuz ediyordu. Hiç rahat değildi. Niye li, niçin li sorular bir kurt gibi beynini kemiriyordu. Düşünmek, doğruları savunmak, dürüst olmak neydi? İnandığı ilkelere uygun davranmanın bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı? Ülkenin kalkınması, refah düzeyinin artması için çalışmak istemenin bedeli bu mu olmalıydı? Ülkede yaşayan herkesin adil, eşit ve yasalara uygun yaşaması, liyakate uygun bir işte çalışması gerekmiyor muydu? Bu cennet ülkede insanlar niye yoksul yaşamak zorunda bırakılıyordu? Anlayamıyordu. Onca yıl büyük şehrin zorluklarına katlanarak kimi zaman aç bil aç, kimi zaman uykusuz, yorgun gecelerin ardından ülkenin en iyi üniversitesinin Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi ve Halkla İlişkiler bölümlerinden en iyi derecelerle mezun olmuştu. Oysa şimdi içinde bulunduğu durumu düşündükçe iktidara daha bir hınçlanıyor, her geçen gün nefreti ve kini artıyordu. Çaresizlik onu doğup büyüdüğü bu yerlerde deli taklidi yapmaya mahkûm etmişti. Benim burada ne işim var? Onca yıllık emek, yapılan masraf yaşanan onca şey boşuna olmamalıydı, ama olmuştu işte. Pencereyi istemsiz bir hareketle açınca deniz ve yosunun karışık dayanılmaz güzellikteki kokusuyla, gece boyunca yağan yağmurla ortaya çıkan ve insanı bir başka aleme sürükleyen toprak kokusunun oluşturduğu koku armonisi ile ciğerlerini tıka basa doldururcasına ardı ardına birkaç kez derin nefes aldı. Bu onun anlatılması mümkün olmayan tarifsiz bir mutluluğa tutsak olmasına yetmişti. Kendi kendine “Ne kadar güzel bir gün. İyi ki buradayım.” diye mırıldandı gözleri uzaklardaki engin denizin ufuklarına takılı haldeydi. Aklındaki cevapsız binlerce soru öylece kalakaldı. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. “Oğluşum haydi gel. Kahvaltı hazır.” Annesinin sevecen sesiyle kendine geldi. Mutfaktan gelen taze ekmek kokusuyla da ne kadar çok acıktığının farkına vardı. Sabah temizliğini yapmak üzere bahçedeki çeşmeye yönelirken mutfak kapısından içerideki ev halkına “Günaydın güzel evimin sevecen insanları. Sizleri seviyorum” diyerek dışarı çıktı. Bunu her sabah tekrarladığı için ev halkı onun bu haline alışmış, deliliğine yorumluyorlardı. Çeşmeyi açtı. Suyun rahatlatan sesini dinledi bir süre. Şapırdata, şapırdata bol suyla elini yüzünü iyice yıkadı. Çok uzun zamandan beri kesmediği sakalından sular süzülüyordu. Taze ekmek kokusu Ali’nin peşi sıra bahçeye de ulaşmıştı. Ali bu doyumsuz kokunun hazzına daha fazla direnemedi. Bir çırpıda elini yüzünü kurulayıp, mutfağa yöneldi. Aile bireylerinin kocaman bir sini etrafında toplandığı sofrada kendine ayrılan yere bağdaş kurarak oturdu. Bir köy sofrasında bulunması gereken kahvaltılıkların tamamı vardı. Tüm ailenin güle oynaya mutlulukla kahvaltı yapışı Ali’yi çocukluğundan bu yana her zaman olduğu gibi bu sabah da çok mutlu etmişti. Kahvaltı sonrası keyif çayı ile yapılan keyifli sohbetin ardından Ali odasına çekilerek pencere kenarındaki sedire oturup, yarım bıraktığı kitabını okumaya koyuldu…
………..
Yeşille mavinin dans ettiği küçük bir dağ köyüne günün ilk ışıkları ulaştığında Ali kuzuları ağıla bırakmış hızlı adımlarla ilerliyordu. Okula geç kalmamalıydı. Bu sene onun için çok önemliydi çünkü. İlkokulun beşinci sınıfındaydı. Orta düzeyde geçimini sağlayan ailenin en küçük çocuğuydu. Ailesinin tek umuduydu. Kısa boylu, oldukça zayıf, siyah saçlı, iri siyah gözlerinden zekâ fışkıran temiz yüzlü bir çocuktu. Beş sınıfın birlikte okuduğu tek dershaneli okulun en zeki öğrencisiydi. Öğretmeni onu, parasız yatılı sınavlarına katılması için babasını uzunca bir uğraştan sonra ikna edebilmişti. Ali öğretmenini çok seviyordu. Onun bu güvenini boş çıkarmak istemiyordu. Öğretmeninin ailesine karşı mahcup olmasını da istemiyordu. O yüzden bu sene her zamankinden daha çok, daha titiz çalışıyordu derslerine. Koşar adımlarla eve gelmişti. Ders zilinin çalmasına kısa bir süre kalmıştı. Akşamdan hazırladığı çantasına şöyle bir göz attı. Eksiği yoktu. Birkaç lokma bir şeyler atıştırdı. Koşar adımlarla okulun yolunu tuttu. Öğretmenini sınıfa girerken yakaladı, gülümsedi ve birlikte sınıfa girdiler.
Günler su gibi akıp geçmişti bile, Ali ilkokuldan en iyi derece ile mezun olmuştu. Öğretmenini mahcup etmemenin derin hazzı ile sırtında özel eşyalarının olduğu küçük bir çanta, elinde kazandı belgesi ve diğer evraklarla birlikte hiç bilmediği bu şehirde bilmediği bir okula doğru yol alıyordu. Babasına yetişebilmek için koşar adımlarla yürüyordu. Heyecandan kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi. Sonunda kazandığı okula kaydını yaptırmışlardı. Çok sevinçli bir o kadar da hüzünlüydü. Göz yaşları kirpiklerinin ucunda dökülmeye hazır bekliyorlardı. İşte o hiç istemediği an gelmişti. Babası eğildi. Oğluna sımsıkı sarıldı. Ali daha fazla dayanamamıştı işte. Göz yaşları sel olup akıyordu yanaklarından. “Baba bırakma beni. Korkuyorum” diyebilmişti. Babasının da gözleri dolmuştu. “Oğlum okuyacak, ülkene, vatanına yararlı hizmetlerde bulunacaksın. Çalış, çok çalış ki çektiğimiz bu hasrete değsin.” diyebildi. Sımsıkı sarıldılar, bir süre öylece kaldılar. Ali babasının kokusunu derin derin içine çekti. Vedalaştılar. Bu Ali’nin ilk gurbeti, ilk evden ayrılışıydı, Artık tek başınaydı. Hayat mücadelesinde tek başına ilerlemek. Ailesinin gururu olmak zorundaydı. Böyle hissediyordu. Pansiyondaki ilk gününde epeyce zorlanmış, toplu yaşamanın kurallarını, gereklerini kavramaya ve uymaya gayret etmişti. Süreç içinde pansiyonda en çok hoşuna giden şey etüt saatleri olmuştu. Bir de yattıklarında ışıklar söndürülünce karanlıkta kendiyle baş başa kalmayı çok seviyordu. Çoğu zaman gözlerini kapatır. Kanatlanır ve köyüne, evine uçardı. Orada ailesiyle konuşur keyifli zaman geçirir ve dönerdi. Bazen de öylece hayal alemindeyken uyur kalırdı.
Yıllar, yılları kovalamış kimi zaman huzurlu, mutlu, kimi zaman öfkeli, hırçın, bazen de yoklukla savaşarak ama hep gurbette yatılı olarak okuduğu okullardan birer birer, en iyi derecelerle mezun olmuş, üniversite sınavlarına girip sonucu beklemek üzere köyüne dönmüştü. Yaz ayları köyü bir başka güzel olurdu. Yosun ve denizin o eşsiz kokusu sabah yeliyle köye kadar ulaşırdı. Çoğu zaman Ali bu kokuyla uyanır güne daha bir enerjik başlardı. Kahvaltıdan sonra köye hâkim tepedeki her zamanki yerine gidip deniz ve zümrüt yeşili ormanın enfes görüntüsünü izlemek ve yanında getirdiği kitabı okumak en büyük eğlencesiydi. O gün sabah da kahvaltıdan sonra elinde kitabı her zamanki yerine gitmişti. Bir süre o muhteşem manzarayı izlemiş, yerine oturup kitap okumaya başlamıştı. Kendinden bir yaş büyük kardeşi Veli elinde beyaz bir zarf, çığlık atarak Ali’ye doğru telaşla koşuyordu ama Ali ne bir ses duymuş ne de Veli’nin telaşlı heyecanlı koşusunu hissetmişti. O kitap okumaya iyice dalmıştı ki dünyadan bihaberdi. Veli kulağının dibinde “Müjde! Müjde! Müjdemi isterim Ali” diye bağırmasıyla olduğu yerde sıçrayan Ali, şaşkın yüz ifadesiyle ağabeyine bakıyordu. Veli elindeki zarfı sallayınca gerçeği anlayan Ali bir çırpıda zarfı açıp okumaya başladı. İstanbul da ülkenin en iyi üniversitesindeki istediği bölümü hem de ülke birinciliği alarak kazandığını görünce yerinden hopladı. Kardeşine; “Kazandım ağabey, Kazandım! Hem de birincilikle!” diyerek sımsıkı sarıldı. Az daha Veli soluksuzluktan baygınlık geçirecek dereceye gelmişti. Veli: “müjdemi isterim kardeşim” Ali: “Söyle bakalım neymiş isteğin” Veli “Yirmi adım beni sırtında taşı bakalım.” Ali: “Abi yaaa, benim gibi birine yapılır mı bu?” Veli: “Mızıkçılık yok. Müjdemi isterim.” Veliyi yirmi adım sırtında taşıyan Ali ile Veli mutluluk içinde köye doğru koşmaya başladı… İstanbul macerası böylece başlamış oldu. O yaz Ali okul masraflarını karşılamak üzere her yaz yanında çalıştığı ilçenin tek kitabevinde yine çalışmaya başladı. Boş zamanlarında İlçedeki öğrencilere ücretli yabancı dil dersi de veriyordu. Kaydını yaptırmaya gideceği güne kadar şevkle çalıştı Ali. Tüm köylü onu büyük bir coşkuyla uğurlamış, dönüşünü beklemeye başlamışlardı.
Ali bir de tüm öğrenim yaşantısı boyunca yurtlarda kaldığı için yurt yaşamına alışkındı. Kazanmış olduğu devlet yurduna yerleşen Ali okul yaşamı boyunca yurtta hiçbir problem yaşamadı. Çok derin ve kalıcı arkadaşlıklar kurdu. Bunlardan biri de dört yıl boyunca aynı odayı paylaştığı Ramazan’dı. Ramazan ile Ali aynı ilin çocuklarıydı. Yazları da zaman zaman bir araya gelir felekten gün çalarlardı. Ramazan ile Ali can yoldaşı, sırdaş, çok iyi arkadaştılar. Birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Aynı okuldan, aynı zamanda mezun olunca yolları da ayrıldı. Yine seyrek de olsa görüşebiliyorlardı. Ali okudukları bölümü nasıl kazandığını anlayamadığı Ahmet’i hiç sevemedi. Onda bir yapmacıklık, bir sahtelik, ikiyüzlülük hissediyordu. Zorunda olmadıkça onunla konuşmaz, bulundukları ortamdan bir bahaneyle ayrılırdı. Sonradan görme, şımarık, nerede nasıl davranacağını bilmeyen kişiliksiz biriydi. Kafası da o kadar çalışmazdı hani. Bakışlarında kıskançlık sezerdi Ali. Haksız da sayılmazdı. Ahmet, Ali’nin duruşunu tavrını başarılarını kıskanırdı. Bu kıskançlık düşmanlık derecesine kadar ulaşmıştı. Oysa Ali hiç umursamaz kendi bildiğince yaşardı. Ali’nin tek hedefi kalmıştı. Kaymakamlık sınavına girmek ve ülkenin neresinde olursa olsun devletine hizmet etmekti. Mezun olur olmaz başvuru sürecini izleyip, kaydını yaptırdı. Yazılı sınava girdiler. En yüksek dereceyi her zaman olduğu gibi Ali almıştı. Sırada mülakat vardı. Ali mülakat tarihini sabırsızlıkla ve büyük bir heyecanla bekliyordu. Ali mülakata gireceği güne kadar ülke yönetimi ile ilgili kimseye herhangi bir şey söylememiş, iktidar yanlısı ya da karşıtı hiçbir söylemi ve eylemi olmamıştı. Onun tek amacı vardı. Ülkesine dürüst, adil ve kendine yakışır bir şekilde hizmet etmek. O biliyordu ki iktidarlar gelip geçici devlet bakidir. İktidara değil devlete hizmet etmek, adil ve tarafsız olmak, her yurttaşa eşit davranmak esastır. Çünkü Anayasaya göre her yurttaş eşittir. Ali bu düşüncesinden ve ilkelerinden asla taviz vermeyen biriydi. Mülakat günü gelmişti. Bakanlığın mülakat yapacağı bölüm anacık babacık günü gibiydi. Hani derler ya iğne atsan yere düşmez. İşte öyle bir yerdeydi Ali. Hava da oldukça sıcaktı. Klimalar yoğun kalabalık nedeniyle pek işe de yaramıyordu. Sıra Ali’ye gelmişti. Kapının önü, kalabalıktan geçilecek gibi değildi. Zar zor içeri girdi Ali. Saygıyla başını hafifçe öne eğip kaldırdı. Karşısında aralıklarla oturan badem bıyıklı, kilolu birbirinin kopyası orta yaşlı dört adam aynı anda alaycı ve küçümseyen bakışlarla Ali’yi tepeden tırnağa süzdüler. İçlerinden biri gözlüklerinin üzerinden bakarak, alaycı bir tavır ve ses tonuyla konuyla “Söyle bakalım Ali Bey, 25 Ekim 1917 de ne oldu?” Ali şaşkındı. Bu tarih de neyin nesiydi. Durdu. Zihnini yoklamaya başladı. Sonra saygılı, özgüvenli, net bir ses tonuyla “Ekim Devrimi. Lenin…” daha sözünü bitirmesine fırsat vermeden “Yok öyle değil. Sayın Alparslan Türkeş’in doğum günü. Olmadı Ali Bey” diye alaycı bir şekilde sırıtarak Arkadaşına döndü, bakıştılar. Bakışlarında alaycı bir ifade vardı. Ortadaki badem bıyıklı “Başka sorumuz yok Ali Bey, çıkabilirsiniz” Elinin tersiyle küçümser bir tavırla çık çık işareti yaptı. Ali iyice öfkelenmiş olmasına rağmen sükunetini koruyup, geldiği gibi vakur ve kendinden emin bir tavırla çıkan Ali bu yaşadıklarına bir anlam veremez biraz öfkeli biraz şaşkın, ne yapacağını bilmez bir halde mülakat merkezinin bahçesinde dolanırken “Müdür” diye tanıdık bir ses duyunca etrafına bakınarak aramaya koyuldu. Birinin omzuna dokunduğu hissedip, kafasını hafif yana çevirince Ramazan ile göz göze geldiler. “Vayy Ramço, ne işin var burada?” Ali Ramazan’a Ramço; Ramazan da Ali’ye Müdür diye seslenirdi. İki arkadaş kol kola bahçedeki kantinin sakin bir köşesine otururken iki de çay söylediler. Ramazan da sınav için gelmişti. Havadan sudan, ondan bundan epeyce bir süre sohbet ederler. Aynı durumu yaşayan Ramazan da sonuçtan umutsuzdu. Bir süre sonra vedalaştılar. Sonuçlar iki gün sonra bahçede duyuru tabelasına asılınca. Ali belki bir umut diyerek isteksiz sonucu öğrenmeye gittiğinde kazanamadığını görür. Tabii ki sonuç önceden belirlenmişti. İktidar yanlısı yalaka tipler kazanmış, Ali yazılı sınavda en yüksek notu almasına karşın elenmişti. Ali bunu içine sindiremez. Azmi ve inadı onu daha da hırslandırır. Gururu kırılmıştı ama yenilgiyi de kabul edecek karakterde biri değildi. Köye dönmez. İstanbul da daha önce de çalıştığı kahveye giderek durumu patronuna anlatan Ali hemen kahvede işe başlar. Patronu durumunu düzeltinceye kadar kahvede kalmasına izin verir. Daha önce kahvede kalmışlığı vardı Ali’nin. Bir hafta kadar kahvehanenin bir köşesine yatıp kalkan Ali, bir süre sonra durumunu düzeltince tek göz odalı bir pansiyona yerleşir. Mahalledeki yoksul çocuklara boş zamanlarında ücretsiz dersler vermekte onları üniversite sınavlarına hazırlamak için elinden gelen gayreti göstermektedir. İktidar aynıdır ve her yıl Ali kaymakamlık sınavına girer. Yazılıda en yüksek notu almasına karşın her seferinde mülakatta elenir. Mülakata giren şahıslar hiç değişmemiştir. Her mülakat sonu hüsranı yaşamaktan yorulan Ali son kez bir daha başvuru yapar.
Ali mezuniyetin beşinci yılındaydı. Her seferinde yazılı sınavda en iyi dereceyi elde etmesine rağmen mülakatlarda elenip kaymakam olamamıştı. İktidar yine aynıydı. Zihniyet belli oranda değişmiş, daha radikal daha dinci bir düşünce yapısı egemen hale gelmişti. Bu sene de yazılı sınav da en yüksek notu almış, tekrar mülakata katılmak için mülakat merkezine gitmişti. Ali heyecanla sıranın kendisine gelmesini beklerken birinci sınıfta birlikte okudukları sınıf arkadaşı Ahmet ile karşılaştı. Ahmet sınava ilk kez girecekti. Babası iktidara yakınlığı ile tanınan çok zengin bir iş adamıydı. Ahmet ise kıt akıllı zekâ düzeyi düşük, paranın gücüyle her şeyi elde edebileceğini sanan şımarık biriydi. Mülakat sırası gelen Ahmet’in mülakat girmesi ile çıkması bir olmuştu. Mülakat Heyeti O’na sadece “Babanın Adı Nedir? Ne iş Yapar?” sorusunu yöneltmişler. Yanıtını almadan “Babanıza şükranlarımızı iletin, lütfen.” diyerek göndermişlerdi. Kısa bir süre sonra Ali’nin ismi okundu. Ali özgüvenli onurlu bir şekilde içeri girdi. Dört badem bıyıklı yine mülakat odasının tam karşısında Nazilli bardağı gibi dizilmiş oturuyorlardı. Aynı yüzler, aynı tipler. Biri Ali ye “Yine mi sen” dedi. Ali gururlu dimdik ayakta “Sayenizde” diye yanıtladı. Diğeri gözlüklerinin üzerinden bakarak, alaycı bir tavır ve ses tonuyla “Usul-i fıkıh nedir? Tarihi ve metotları nelerdir?” Sorusunu yöneltti. Ali “Usul-i Fıkıh bir yüzünde Franklin resmi bulunan yeşil destelerdir. Metodu ise rüşvet iltimasla hak etmeyeni kazandırmaktır. Tarihi ise bu yönetimin iktidara geldiği tarihtir.” Diyerek kendinden emin vakur şekilde ve alaycı bir gülümsemeyle onlara söz hakkı tanımadan dışarı çıktı. Ali’nin içi rahatlamıştı. Heyettekilerin yüzleri pancar gibi badem bıyıkları tırmık gibi olmuştu. Ali’den hiç beklemedikleri bu davranış karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Birkaç gün sonra kazananların listesi asıldı. Ahmet’in adı birinci sıradaydı. Kısa süre sonra ülkenin turizm cenneti olan Zıpır Adasına kaymakam olarak ataması yapılmıştı. Her zaman olduğu gibi bu mülakat sonucunda da Ali’nin listede yeri yoktu. Yine hüsranı yaşayan Ali bu sistemde kaymakam olunamayacağını anlamıştı. Morali oldukça bozuk, üzgün ve bitkin bir halde çalıştığı kahveye döndü. Kahve müdavimleri ve yöre halkı Ali’yi hiç böyle görmemişlerdi. Patronu “Ne oldu Ali, oğlum bu halin ne? Neyin var? Anlat haydi. Sıkılma” dedi. Ali çaresiz başına gelenleri anlattı. Bu durum onuruna dokunmuştu. Ali içinden çıkılamaz bu durum karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Düşüne düşüne bir sonuca varamayan Ali’ye umudunu yitirmenin verdiği hayal kırıklığı ile yaşamak çok zor gelmeye başlamıştı. Beş yıldır aynı olayları tekrar tekrar yaşamaktan yorulan, köyüne dönmeye ve köyde deli taklidi yapmaya karar veren Ali durumu patronuna söyleyip evine gitti. Her sabah uyandığında ilk işi sakal tıraşı olmak olan Ali o günden sonra saç ve sakal tıraşı olmayı da bırakmıştı. Ali o sabah erkenden kalktı. Valizini akşamdan hazırlamıştı. Bu ilkokul çağlarında edindiği güzel bir alışkanlıktı. İçinden İlkokul öğretmenini sevgiyle yad etti. Gitme zamanı gelmişti artık. Kapıyı usulca çekti. Alt katta oturan ev sahibi Hasan Amca’ya anahtarı teslim ederken, “Hakkını helal et Hasan Amca. Ben de hakkın çoktur senin.” Hasan Amca Ali’ye sarılarak “helal olsun be oğlum. Allah senden razı olsun. Her işimize koştun. Sen de helal et hakkını” derken ağlamaklı olmuştu. Vedalaştılar. Ali ağır adımlarla bir elinde valiz yıllarca çalıştığı kahveye ulaştı. Önce Patronuyla helalleşen Ali yüksek sesle “Hakkınızı helal edin dostlar, benden yana hepinizin hakkı helal olsun.” Diye seslenerek kahveden üzgün, bitkin ve çaresiz bir şekilde çıkarak, elinde valiziyle kahveden ağır adımlarla uzaklaştı. Düşünceliydi.
Sisli bir köy akşamı Ali köyüne ulaşmıştı. Elinde valizi bitkin, yorgun bir vaziyette dolmuştan indi. Dolmuşta hiç kimse Ali’yi tanımamıştı. Nasıl tanısınlardı ki. Saçları, sakalları uzun, darmadağın hırpani kılıklı bir adam. Bu Ali’nin de işine gelmişti. Köye kadar hiç konuşmadı. Elinde valiziyle evinin yolunu tuttu. Kapıyı çekingen ürkek bir şekilde usulca tıklattı. Kapıyı Babası açtı. Önce şaşkın şaşkın baktı adama. Tanıyamamıştı. Ali babasının gözlerinin içine öylece masum masum bakıyordu. “Ali. Oğlum” diyerek hasretle sarıldı oğluna. Tüm aile önce çok sevinmiş, evde bayram havası esmişti. Ali rolünü o denli iyi oynamıştı ki tüm aile Ali’nin kısmen de olsa akli dengesini yitirdiğine inanmış, evde matem havası yaşanmaya başlanmıştı. Bu duruma daha fazla dayanamayan Ali aslında iyi olduğunu, içinde bulunduğu durumunu sadece babasına anlatmıştı. Bu durumu kimseye söylememesi için babasını ikna etmişti. Köye geldiği ilk günlerde Ali kahveye giderken köydeki çocuklar Ali’nin peşine takılır “Ali deli, Kulakları küpeli.” diyerek kahveye kadar eşlik ederlerdi. Ali çocukların bu oyununa hiç ses çıkarmaz güler geçerdi. Bir süre sonra çocuklar da Ali’ye alışmışlar peşine takılmaktan vaz geçmiş, kendilerine başka oyunlar icat etmişlerdi. Yolda onu gören köylü kızlarının, komşu kadınların üzgün üzgün fısıltıyla kendisi hakkında konuştuklarını hissederdi. “Zavallı Ali çok okumaktan aklını yitirmiş” bazen de “zengin bir kıza sevdalanmış, kızın babası Ali ye kızını vermemek için, alelacele kızı zengin biriyle evermiş. Ali de bu yüzden…” diye fısıldaşır dedikodu ederlerdi. Kahvede de pek fazla konuşmazdı Ali. Deniz gören bir pencerenin kıyısına oturur, derin derin uzaklara bakardı. Kahvecinin getirdiği çayı içer, parasını da ödemezdi. “Yaz tahtaya” derdi. Biliyordu ki babası içtiği her çayın parasını ödüyor. Kahvede birkaç saat zaman geçiren Ali bazen ironik, sistemi eleştiren sözler söyler. Konu hakkında köylülerin dikkatini o yöne çekmeye çalışırdı. Anlayana sivri sinek saz hikayesi. Kimsenin de anlayacağı yoktu. Anlamıyorlardı da. Zamanının çoğunu evde kitap okuyarak geçirirdi Ali. Güzel günlerde keyfi de yerindeyse eğer, alır başını ormanın içinde saatlerce dolaşır, keyfince, bulutlarla, kuşlarla, ağaçlarla, çiçeklerle böceklerle konuşur sohbet ederdi. Arada bir onu öyle görenler “Delidir, ne yapsa yeridir” diyerek umursamadan geçer giderlerdi. Ali artık köyün delisi olmuştu.