“İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır.” (Mevlana)
Köşkün duvarları kaplumbağa kabuğuna benziyordu. İçimden: “Buraya niye gizemli köşk diyorlar?” diye söylendim. Biraz korkarak bahçeye girdim. Sanki bir rüyanın içine düşmüş gibiydim. Burası cennetten bir parça; kahkaha çiçeği, ferforje beyaz balkon korkuluklara sarılmış. Kırmızı laleler, pembe unutmabeni çiçekleri, mor beyaz güller, gök mavisi çan çiçekleri çimlerin üzerinden tebessüm ediyorlardı. Mini şelaleler şarıl şarıl akıyordu.
Derin bir nefes alıp, kapıyı çaldım. Kapıyı, Hera kadar kibirli bir hanım açtı. Küçümseyen bakışlarını üzerimde gezdirdi.
“Biz de sizi bekliyorduk, buyurun!” dedi.
“Ben, Biricik!”
“Ben de Banu!”
Salona geçtik. Gürül gürül yanan şöminenin başında, yirmi beş yaşlarında, derin bakan, gül yüzlü bir genç, flüt çalıyordu, yüzüme bakıp sıcacık gülümsedi.
Banu Hanım, oğluyla tanıştırdıktan sonra bana kalacağım odayı gösterdi. Oğlunun hasta olduğunu, ona itinayla bakmam gerektiğini uzun uzun, bıktıran bir tekrarla anlattı.
Çabucak alıştım bu saray yavrusuna.
Gökyüzünün nergisi, yeryüzüne gülümseyince;
Banu Hanım, Ahmet Bey ve Yusuf bahçeye çıktılar. Ben de mutfakta kahvaltılarını hazırladım.
Elimde kahvaltı tepsisiyle gelirken, ayağım bir şeye takıldı. Kahvaltı tepsisi yere düştü, tabaklar kırıldı.
Banu Hanım öfkelendi.
“Kendi paranla alıp, yerine koyarsın!”
Yusuf annesine dik dik baktı.
“Bilerek yapmadı anne!”
Ahmet Bey kaşlarını çattı.
“Önüne baksaydı.”
Zaman öyle hızlı akıp geçiyor ki; sabah derken akşam, akşam derken sabah oluyordu.
Öğle vakti, Yusuf bahçede ağaçların arasında oturuyordu. Başı Musa Dağı kadar dik. Hüzünlü ve dalgındı.
Banu Hanım da konken oynamaya gitti. Ortalığı topladım, yerleri sildim. Yusuf Bey’in ilaçlarını verdim. Sonra odama çekilip, keman çalmaya başladım. Keman ve kitaplar benim vazgeçilmezlerimdi.
Kapım çalındı, kemanı sehpaya bırakıp, kapıyı açtım. Yusuf bir bana, bir kemana baktı, tebessüm etti.
“Çok güzel keman çalıyorsun, ruhumu mest ettin!”
Ben de tebessüm ederek: “Teşekkürler.” dedim.
Bir akşam, Banu Hanım ve Ahmet Bey, yemeğe gittiler. Yusuf, çimlerin üzerinde oturuyordu. Bir müddet sonra beni çağırdı.
Yanına gittim. Ürkek bir kelebek gibiydim. Gözlerinin önüne dökülmüş zifir saçlarını arkasına attı.
“Konuşabilir miyiz Biricik?”
Biraz durdum.
“Konuşabiliriz tabii!”
Karşısına oturdum.
Bir süre önüne baktı. Sonra başını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti.
“Yeni doğmuş güneş kadar güzelsin. Seviyorum ela gözlerini!”
Işık saçan bir fener gibiydi gözleri. Şaşırdım kaldım.
Sonra gözlerimi karanlığa, yıldızlara çevirdim. Geçmişimi uzun uzun seyrettim; kimsesizler yurdunda büyümüştüm. Babamı hiç görmedim. Annemi ise sekiz yaşlarımda kaybetmiştim. Yalnız, kederli, hep bir tarafım eksik. Sevgiye, şefkate aç narin, kırılgan yüreğim.
Acı bir gülümseme yayıldı yüzüme.
“Sen ve ben asla olmaz. Ben haddimi bilirim.”
Gözlerini hiç kaçırmadan gözlerimin içine baktı. Bakışları, yüreğime saplandı…
O gece gözlerime uyku girmedi.
Sonra onunla arama mesafe koydum.
Yusuf yataklara düştü. Yaşam tuvalindeki renkler gittikçe soluyordu.
Bir gün Banu Hanım, beni yanına çağırdı. Karşısına oturttu.
“Yusuf’un karaciğeri çürümüş. Donör bulamıyoruz. Ne olur uyum gösterirse sen ciğerinden bir parça ver. Adına saray gibi bir ev yaptırırım. Ömrün boyunca kraliçeler gibi yaşatırız seni.”
Tedirgin ve korku dolu gözlerle baktım ona.
“Benim saraylarda gözüm yok!”
Banu Hanım, suratını astı. “Ciğerini vermeyecek misin yani?”
Kapı çalındı. Koşup kapıyı açtım. Gelen Yusuf’un doktoruydu. Yüzünde kederli bir ifade vardı. Onu salona buyur ettim.
Banu Hanım tebessüm ederek:
“Hoş geldiniz doktor bey.”
“Hoş bulduk Banu Hanım, Yusuf’a acilen karaciğer nakli yapılması gerekiyor, yoksa ölecek!”
Dünya başıma yıkıldı. Banu hanıma bakıp; “O halde zaman kaybetmeyelim!” dedim.
İkimiz ameliyata yan yana sedyeyle götürülürken, Yusuf bana:
“Hayatını riske atıyorsun, yapma lütfen!” dedi.
Gözlerinin içine bakıp gülümsedim.
“Güneş dünyadan vazgeçer mi? Ağaç toprağı terk edebilir mi?”
Söylediklerim karşısında gözleri nemlendi.
Ameliyathaneden çıkarmışlar ikimizi. Aynı odaya yatırmışlar.
Anestezinin etkisi tam anlamıyla geçmişti. Onu iyi görünce, sevinçten kanatlanıp, uçtu yüreğim.
Yusuf bana sevgi ve minnet duygularıyla baktı.
“Bir meleğin erdemine sahipsin sen, yeniden doğmuş gibiyim. Sana çok teşekkür ederim.”
Banu Hanım, yüzünde tarifi imkansız bir mutluluk vardı. Yusuf’a sarılıp sevinç gözyaşları döktü.
Baba: “Şükür iyileşti işte! Çok geçmiş olsun oğlum!” dedi.
Bir gece su içmek için yataktan kalktım. Kimseyi rahatsız etmeyeyim diye merdivenlerden aşağıya sessizce indim. Mutfağa geçip bir bardak su içtim. Tam merdivenlerden yukarıya çıkarken, salondan Banu Hanım ile Ahmet Bey’in konuşmalarına istemeden kulak misafiri oldum.
Ahmet Bey, Banu Hanım’a sertçe:
“Yeter artık sabrettiğim, bu köşkü hemen adıma yapmazsan, Yusuf’a Babasının ben olmadığımı anlatırım.” dedi.
Banu Hanım gözlerini yere indirdi.
“Sonra beni bırakıp gitmezsin değil mi? Çok korkuyorum gidersin diye.”
Ahmet Bey, “Seni bırakıp gider miyim hiç?” dedi.
Başımdan aşağıya soğuk sular döküldü sanki. Yavaş yavaş odama çıkıp yatağıma uzandım. Kendi kendime: “Aman Allah’ım Yusuf bunları duyarsa kahrından ölür.” diye düşündüm. Sonra bu sırrı içimde tutmaya ve kimselerle paylaşmamaya karar verdim.
Yusuf ve ben günden güne iyileşiyorduk.
Bir ay geçti aradan. Ahmet Bey, Yusuf’u hastaneye kontrole götürdü. Banu Hanım da hemen yanıma geldi.
“Bana bak, sen hizmetçi olduğunu unuttun galiba. Oğlumdan uzak dur. Topla pılını pırtını çık git bu evden!” dedi.
Aklım durdu. Yüreğim acıdı. Banu Hanım’ın gözlerinin içine derin derin baktım. Cevap vermedim. Başımı yere eğdim. İçimdeki ses:
“Bu hayatta üç şeyi aklında tut; ağzınla kuş tutsan da, balık olup kavağa çıksan da, en güzel iyiliği yapsan da, kimseye yaranamazsın” dedi.
Artık bu köşkte duramazdım. Eşyalarımı hemen topladım. Kapıdan çıkarken, Banu Hanım’a döndüm.
“Siz insanlığınızı, vicdanınızı mezara mı gömdünüz?”
“Bak hala konuşuyor. Ne nankörlük bu be, defol git saygısız!”
Kapıyı açıp dışarıya çıktım. Sert bir rüzgar esiyordu.
Parkta boyaları yer yer dökülen bankın üzerinde oturdum. Başımı yukarı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gözlerim uzaklara daldı. Bu köşke geleli neredeyse bir yıl oldu. Çok alışmışım Yusuf’uma. Yüreğimde tarifi mümkün olmayan bir acı taşıyordum. Süzüldü gözlerimden yaşlar. Kendi kendime: “Ağır, bu dünyanın yükü, çok ağır… Hayat adil değil. Dünyada kendi cinsine insanlar kadar kötülük eden bir varlık var mı? Her ne yaşarsam yaşayayım, iyilikten ve haktan asla ayrılmayacağım. Bunca sararmış ot arasında inadına yemyeşil kalacağım!” diye söylendim.
Simitçi bir çocuk geçti yanımdan ağır adımlarla. Bana bakarak:
“Sıcaaak Simiiiit!” diye bağırmaya başladı.
Ondan mis gibi susam kokan, taze bir simit aldım. Tam bir ısırık alacaktım ki, bir kedi miyavladı bankın altından. Mavi gözlü beyaz bir kediydi. Oraya sinmişti. Oturuyordu. Kalktı bacaklarıma sürtündü. Açtı, kirliydi. Karnı karnına geçmişti. Simidimin yarısını ona verdim, yarısını da kendim yedim. İkimiz de bir güzel doyurduk karnımızı. Yusuf’umu göremeyeceğim artık. Gizemli köşk ise, tepede dimdik ayaktaydı şimdilik…