Ateşler içinde yanıyordu adam. Kâğıt gibi yüzü günden güne solmuş, zaten çelimsiz olan vücudu iyiden iyiye bir deri bir kemiğe dönmüştü. “Verem” demişti doktor. Ciğerleri iyi değildi ne yazık ki. Yanı sıra kalbi ve böbrekleri de hiç iyiye gitmiyordu. Alnında biriken ter tanecikleri yüzündeki ifadeyi masumlaştırıyor, adeta çocuksu bir hava katıyordu kır saçlarına rağmen. İşte bu hasta ünlü Alman şair Friedrich Schiller idi. Yanında ona özenle bakan, alnına durmaksızın ıslak bez koyan Madam Christiane güçlü durmaya çalışıyor, zavallı şairin durumunun git gide kötülediğini ona hissettirmemeye gayret gösteriyordu. Hasta yatağının karşısındaki tekli koltukta bütün haşmetiyle birlikte oturmakta olan Goethe üzgün bakışlarını karşısında yatmakta olan acınası görünüşlü bedene dikmiş, arada bir karısının yatağın yanındaki kâseye batıp çıkan beyaz ellerine bakıyor, saatlerdir ağzından bir tek kelime çıkmıyordu. Zihnine dolan olumsuz düşüncelerle savaş veriyordu o esnada, sevgili şairin iyileşeceğine dair umudunu yitirmemeye çabalıyordu. Dış kapıdan gelen ayak sesleri üzerine kapıya davrandı yaşından beklenmeyen çeviklikle. Elli beşlerinde olan yazar artık yaşlı sayılırdı. Gelen doktordu. Uzun boylu, kel kafalı, gözlüklü, yaşı oldukça geçkin, tecrübeli olduğu her halinden belliydi. Hastanın yanına oturup ateşini, nabzını kontrol etti. Gözlerinde git gide sönmekte olan hayat ışığına baktı endişeyle. Doktorun iki dudağının arasından çıkacak her kelimeye dikkat kesilmişti Goethe. Bununla birlikte doktor da Goethe’nin hastasıyla ilgili hassasiyetini bildiğinden gerçekleri nasıl söyleyeceğini şaşırmış gibiydi fakat bu tereddüdünü ustaca gizlemeyi de beceriyordu. Biraz daha morfin bıraktı yatağın başucuna, çünkü hasta özellikle geceleri feci ağrılar çekiyordu. Çok bir şey söylemeden çantasını toparlayıp başka acil hastası olduğunu bahane ederek ayrıldı oradan. Doktorun aceleci tavrından şüphelenmemişti Goethe çünkü her zaman yoğun olduğunu, bir hastadan ötekine yetişmeye çalıştığını zaten biliyordu. Gözün gördüğünü aklı idrak etmiyor değildi aslında fakat inanmak istemeyen yanını dinlemeyi tercih ediyordu.
Günler Schiller’in hastalığının neden olduğu mutsuzluk ve git gide sönen umutlarla geçip giderken bu defa da Goethe’nin böbrek ağrısı nüksetti bir gece yarısı. Yaklaşık dört yıl önce bir anda peyda olan rahatsızlığı simdi yeniden kapısını çalmıştı Goethe’nin. Gerçi bu rahatsızlık pek şaşılacak bir şey de değildi. Yıllarca o davetten bu davete koştururken veya çalışma masasının başında saatlerini geçirirken birbiri ardına yuvarladığı kadehlerin sonucuydu bu yaşadıkları. Bereket versin sağlam bir bünyesi vardı da bu çetin zamanları atlatmıştı bir şekilde. Yine atlatırdı elbet.
En sevdiği dostu, varlığının bir parçası olarak gördüğü Schiller hasta yatağında can çekişirken bir de kendisinin hastalığı evi tam bir hastane ortamına çevirmişti. Karısı Madam Christiane bu sefer iki hastaya birden yetişmesi gerektiğinden iki kat fazla yıpranır olmuştu. Bir yanda artık ölüm döşeğinde olduğu iyice belli olan zavallı şair, diğer yanda kocasının ağrı ataklarındaki çaresiz haykırışları, düşmek bilmeyen ateşi varken hangi birine yetişeceğini şaşırıyordu. Hatta öyle ki bu ağrı ataklarının bazılarında kocasının kendisi dahi öleceğine inanırdı. İlerleyen günlerde ağrılar şiddetini git gide arttırdı. Adamın o eski haşmetli duruşu yaşlanmanın doğal sonucu olarak git gide dört köşe bir görünüme bürünürken şimdi hastalığın da etkisiyle iyice beter bir hal almıştı. Fakat bütün bu çektiği acılara rağmen doğasında olan gözlem gücü etkisini gösteriyor ve geçirdiği bu zorlu günleri ve hastalığın seyrini bir şekilde ya kendisi not ediyor ya da başkalarına yazdırıyordu. Hayatta her şeyi anlamak ve bilmek üzerine kurulu yaşamı hastalık konusunda da düzeni bozmadan devam ediyordu.
İki kadim dost aynı çatı altında iki ayrı odada hastalıklarının çilesini çektiklerinden birbirlerini artık göremez olmuşlardı. Bu arada sık sık Goethe Schiller ile ilgili havadisleri eşine sormaktaydı. Madam Christiane genellikle olduğundan daha hafifleterek anlatmayı yeğlerdi olanları çünkü kocasının dostuyla ilgili ne kadar hassas olduğunu biliyordu. Şaire üzüntüsünden kocasına bir şey olacağından endişelenmiş de olabilirdi haklı olarak. Fakat Goethe içten içe yine de Schiller’ in kötüye gittiğini hissediyor ve ‘‘Schiller bugün daha çok ağrı çekiyor değil mi’’ gibi sorularla zihnindeki bulutları dağıtmaya çalışıyordu. Bir keresinde Schiller kendini iyi hisseder gibi olduğunda – bu ölümden önce gerçekleşen kısacık iyilik hallerinden olsa gerekti – Goethe’nin yanına gidebilmişti. Bu birbirlerini dünya gözüyle son görüşleri olacaktı.
Aralarında yüz adım olmasına rağmen birbirlerine gidemeyecek kadar büyük rahatsızlıklar yaşıyorlardı. Bu yüzden aynı evin içinde mektuplaşarak iletişim kurmaya başladılar. Hatta bu mektuplaşmalardan birinde Goethe Diderot ile ilgili görüşlerini analiz etmesi için şaire yollamış, o da kendi görüşlerini paylaşarak ölmeden önce Goethe’ye son bir iyilik yapmıştı. Goethe bu son pusulayı eline aldığında şairin o eski coşkun yazış şekli geldi aklına. Nasıl da koşturur gibi aceleyle, iri yazılarla sayfaları doldururdu şiirleri eskiden, ama şimdi elinde tuttuğu kâğıdın üzerinde son gücüyle yazdığı çok belli olan biraz silik, eğik büyük yazılar vardı. (H.A. Yücel, Goethe Bir Dehanın Romanı) Eskiye nazaran ne çok şey değişmişti, bu farkındalık feci derecede içini burktu. Yıllarca birlikte nice unutulmaz eser ortaya çıkardığı, dostum hatta kardeşim dediği, kendisini teklifsizce açtığı şair ölüme koşar adım gidiyordu. Bunu düşünmesi bile dağladı yüreğini, gözlerinde biriken yaşlar genzini yakıyordu. Ama yine de güçlükle de olsa tuttu onları. Ölüm dediğin çaresizce varılacak bir sondu her canlı için, bunu biliyordu ve bu yaşına kadar kabullenmişti de aslında fakat iş dönüp dolaşıp sevdiklerine gelince yüreğindeki o acıyan yerlere anlatamıyordu bunu işte.
Elindeki birkaç satır yazının ateşlediği anıların fitili onu daha eskilere götürmüştü. Henüz Schiller’i tanımadığı günlere. Ondan önce hayatı ne sıradan ilerliyordu. Bakanlığın işlerini yürütmek, devletin parasını idare etmek derken onca işe boğulmuş, bu uzun zaman içinde edebi bir üretim yapamaz olmuştu. Karısı ise bu konularda pek bilgisiz olduğundan ve öğrenme hevesi de olmadığından ona aşkıyla ilham kaynağı olmak dışında bir faydası dokunmuyordu. Onun bildiği en iyi şey evi idare etmek ve çocuk bakmaktı, bir de davetten davete gezip kadeh üstüne kadeh tüketmek. Hal böyle olunca git gide kuruyan koparılmış bir çiçek gibi verimliliğinin de azalmaya başladığını hissediyordu üzülerek. Hatta öyle ki Genç Werther’in Acıları ile başlayan ününe rağmen şimdi neredeyse ülke genelinde unutuluyordu. Bunca sıkışmışlığın içinde o çıkagelmişti bir anda. Zayıf ve upuzun bedeni, dalgın bakışları, romantik ve coşkun ruhu, sıra dışı zekâsıyla Schiller… Onun hayatına girişi değimi yerindeyse edebi geleceğinin de kurtarıcısı olmuştu. Genç şairin varlığı hayal gücünü besleyen bir pozisyonda olmakla birlikte kendine dost bileceği, en saklı yanlarını açabileceği, ‘‘kardeşim’’ diyecek kadar güvenebileceği biri haline gelmişti. Schiller ile birlikte Goethe için üreticiliği ve ruhu yeniden nefes aldırmaya başlamıştı. Hatta bu duygularını şu ifadelerle dile getirmişti:
‘‘Benim için bu yeni bir bahar oldu. Ruhumda ne varsa mutlu bir bollukla filizlendi ve açılmaya başladı.’’ *
Goethe’yi bu düşüncelerinden uyandıran evdeki sessiz koşuşturma oldu. Birileri ayakuçlarına basa basa şairin odasına gidip geliyordu. Bir ara kapı aralığından elinde büyükçe bir sahanla hızla geçen hizmetçi Friederich’i görür gibi oldu. Sanki kolundaki havluda kan lekeleri vardı, kan… İçine kötü hisler doğdu o anda. Kalbi korkuyla gümbürderken ağzına dolar gibi oldu, midesi bulandı. Acaba tek başına ne feci haller yaşıyordu yatağında? Keşke yanında olup elini tutabilse, ona moral verebilseydi! Fakat kendi ağrıları da sık sık yokluyor, iki adım atmasına izin vermiyordu. Her atak sonrası canı çekiliyordu adeta, yığılıp kalıyordu olduğu yere ki az önce yaşadığı dehşetten midir bilinmez şiddetli bir sancının pençesinde o da kıvranmaya başladı. O günler ağrıların pik yaptığı günlerdendi.
Birkaç gün sonra hastalardan biri için kurtuluşun günüydü, o gün bir başkası yani şair için ise her şeyin son bulduğu gün oldu. Kupkuru bedeniyle genç şair bir gecenin sabaha kavuştuğu vakit kanlar içinde sessizce hayata gözlerini yummuştu.
Sabah odasına girdiğinde dehşetli manzarayı gören Christiane bayılmak üzereyken son anda kapı pervazına dayanabildi. Elinin boğumunu var gücüyle ısırırken içinde boğmaya çalıştığı çığlıkları şakaklarında zonkluyordu. Tabii ki bu kara haberi Goethe’ye vermeye ne onun ne de başka bir kimsenin cesareti yoktu, herkes olabildiğince saklamaya çalıştı. Bu arada kocasının yanında mümkün olduğunca sakin kalmaya gayret ediyor, ona bir şey belli etmemek için kendisiyle savaşıyordu. Kocası Schiller’i sorduğunda ise onu üzmemek için önemli bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyordu. Onun bunca çabasına rağmen kocası şairin durumunun çok kötü olduğunu hissediyordu. Bir gün kadın bütün direnci kırılmış bir şekilde kendini tutamayarak hıçkırıklara boğuldu. Kadının hıçkırıklarıyla Goethe’nin yüzünde derin bir keder belirdi. İlk andan itibaren görmezden gelmeye çalıştığı içindeki haklı yana isyan etti, ellerini yüzüne kapayıp uzun uzun ağladı. Giden onun için sadece bir dost değildi, şairin gidişiyle birlikte kendi varlığının yarısından da yoksun kalmıştı. **
Schiller 9 Mayıs 1805’te Weimar’ın serin bir bahar gününde hayata veda etmişti…
* Goethe Bir Dehanın Romanı, Hasan A. Yücel, İş Bankası Kültür Yayınları, Syf:240
** Goethe Bir Dehanın Romanı, Hasan A. Yücel, İş Bankası Kültür Yayınları, Syf:250