Soğudu havalar. Üşüyorum da sanki biraz. Yüzüme yüzüme vuruyor o acımasız kamçılarıyla bütün bir ayaz. Gözlerim, boynumdaki atkı ve başımdaki bere arasında kaybolduğu için neredeyse önümü göremeyecek haldeyim. Kafam da bozuk zaten. Her an bu ıslak asfaltı boylayabilirim. Atkıyı kısmen burun deliklerime kadar indiriyorum da görüş açımı açıyorum. Gördüğüm manzara karşısında şoke oluyorum sonra. Bu kış ağaçların dalları değil, direkt, düpedüz ağaçların kendileri sallanıyor. Öyle bir ayaz, öyle bir buz ki hava!
Ayaklarım altında ezilip duran karış karış toprak bu kış yağmur değil de hasret kokuyor gibi. Ölüme ait bir rayiha da var ki bir an soluktan geçince hasret mi yoksa ecel mi anlayamıyorum. Başına buyruk solucanlar toprağı yuva bellemiş, yağmurla birlikte düşen rayihalar memlekete boyun eğdirmiş sanki. Sevdiğinin hasretiyle yanan başka, memleketinin hasretiyle yanan başka, ölüm meleğinin alıp götürdüğünün hasretiyle yanan başka bir rayiha soluyor havadan. Mapus damındaki eğik boyunlu şu adam da kim? O da bugün uçuşan rayihalardan nasibine düşeni almış gibi görünüyor. Boynunu öyle bir bükmüş, parmak genişliğindeki kollarını öyle bir sarkıtmış ve yağlı saçlarını da elleriyle öyle bir birbirine karıştırmış ki suçsuz olduğuna inandıracak beni şu asaletten men yemiş adam.
Yağmurun şiddeti hızlandı. Ve balıklar, bu işten en nasipsiz çıkan canlılar oluyor. Sarı çizmelerini kuşanan düşmanlar, onların ailelerini ve arkadaşlarını kocaman ağlarına takıp kaçırmak için her seher bir başka uyanıyor. Deniz diplerindeki uygarlığın Mercan sokağında çıkan söylentilere göre bu kendilerine katiyen benzemeyen düşmanlara insan deniliyormuş. Kara denilen, toprağımsı bir şey varmış ki bunlar o şeyin üstünde yaşıyorlarmış. Ara sıra denizin yüzeyine konup duran birkaç martı da varmış ki insanlara dair ne gördüyse bu küçük, bilgisiz yavru balıklara anlatıyormuş. İnsanların kocaman gemileri varmış, evet evet büyük büyük dedeleri balinalar kadar büyükmüş, suyun üzerinde gezer de nefesleri bile kesilmezmiş. Burun denilen uzuvları varmış insanların. Bazısının varmış ki kocaman, bazısının da varmış ki yay gibi havaya uzanan.
Kaç yaşıma geldim de hala anlayamadım, bir insanoğlu o büyük su kütlesinin üzerinde bir kuş tüyünün rüzgarlı bir akşamdaki güvenliğince güvenli iken ait olduğu o kutlu yaşamda nasıl tutunabiliyor? Bana sorarsanız Mercan sokağındaki o küçük yavru balıklar da böyle düşünüyordur. Eminim sarsıldıkça sarsılıyor, yalpaladıkça yalpalıyor ancak karizması çizilmesin diye belli edemiyordur. Yoksa insan bayağı korkak bir yaratık. Hele hele bazıları da var ki kuytu köşede uçan kuştan ürküyor da meydana çıktığında yiğitlik taslıyor. Tabii insanlar aynı türe ait olsalar da her biri özünde birbirlerinden pekala farklı canlılardır.
Kırmızı şemsiyesiyle yağmura meydan okuyan bir kadın görüyorum. Bakışlarımı azıcık aşağı kaydırdığımda da onun elinden tutmuş ufacık bir yavrucak giriyor görüş açıma. Bana kalırsa ufak yavrucağın yağmurdan pek de şikayet ettiği sayılmaz ancak bezelye tanesi kadar elcağızlarından çekiştirip duran kırmızı şemsiyeli kadının bu durumdan hoşnut olduğunu da söyleyemem. Heh, sarı renki bir araba gelip onları daha fazla ıslanmaktan kurtardı şimdi. Gördünüz mü, frene son gaz asılıp göğün feryadından kaçtılar işte… Adeta kasap dükkanının önündeki birkaç parça deriyi dişlerinin arasına sıkıştırdığında nereye götüreceğini bilemeyip oraya buraya koşuşturan kediler gibi.