Yılda bir defada olsa onları hatırlıyor dünya insanları. Yeryüzünün en değerli varlıkları, doyasıya yaşamayı en çok onlar hak ediyorlar. Onların acılarına, üzülmelerine hiç dayanamayız. Ağlamalarına yüreğimiz dayanmaz. Öpmeye, sevmeye doyamadığımız çocuklarımız. Dünya çocuk hakları haftasında, birkaç gerçek hikaye ile ne kadar hakları olduğunu, insanlıktan neler beklediklerini geçmişten günümüze gelerek anlamaya çalışalım.
İkinci dünya savaşında Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombasının yarattığı acılar günümüze kadar sürüyor. Ölen kardeşini bir sırt çantası gibi taşıyan Japon çocuk, inançları gereği ölenler in yakıldığı Kremataryum’un önüne geldi. Görevli kardeşinin cesedini aldı ve alevler içine attı. Ağabey bir asker gibi saygıda dururken, dudaklarını ısırarak çevresine bakan gözleriyle derin acısını anlatmaya çalışmıştı.
Amerika yıllarca Vietnam’da savaştı. Sonunda yenildi. Ama giderayak ortalığı yakıp yıkıyordu. Napalm bombasını deniyordu. Bir fotoğraf halen belleklerdedir. Bombanın yaktığı çocuklar çıplak halde ‘‘Yanıyor, yanıyor’’ diye bağırarak koşuyorlardı. Yüzlerindeki korku ifadesi ve gözleriyle dehşeti anlattıkları Vietnam savaşını hatırlatan foto olarak kalmıştı. Yandığı sırada dokuz yaşında olan ve napalm çocuğu olarak bilinen halen Kanada’da yaşayan Kim Phue; ‘‘Yalnız kaldığımda o fotoğrafa bakmamayı tercih ediyorum ve barış için çalışmalarımı sürdürüyorum.’’ demişti.
Yurtlarından kaçarak yollara düşmüşlerdi. Onlar yaşadıkları dağlarında hiçbir zaman türkü söyleyememişlerdi. Yürümekte usta oldukları dağ yolları onlara yabancı değildi. Geriye dönmek istemiyorlardı yakılan. yıkılan evlerine dönmek istemiyorlardı. Bulutlar dayanamadı acılarına yağmur ve göz yaşları birbirine karışıp yanaklarından süzülürken analarının sırtında olanları izleyerek sessizce gözleriyle anlatıyorlardı her şeyi. Kaç gündür aç olduklarını hatırlamıyorlardı. Az kalmıştı umuda yolculukları o nedenle sabırla ve azimle yürüyorlardı. Nihayet ege denizinin mavisi görünmüştü. Bir şişme bot onları bekliyordu. Telaşla umutla doldurdukları bot yol aldıkça, beyaz köpüklü dalgalara çarptıkça heyecanları artıyordu. Her şey birden değişti bot devrildi içindekiler denizin yüzeyine yayıldı. Deniz böyle acıları yaşamaktan bıkıp usanmıştı. Dalgalar Aylan bebeyle annesini de alıp götürdü. Derin bir sessizlik sonunda Aylan bebe de ‘‘bu kadar mıydı?’’ dediği kısa hayatının sonundaydı. Üzgün deniz Aylan’ı kucağına aldı ve kıyıya bıraktı. Kırmızı tişortü, mavi şortu ve spor ayakkabılarıyla dünya onu tanımıştı. Aylan sırtını karaya dönmüş donuk gri gözleriyle denize bakarak kaybolan annesini arıyordu. ‘‘Büyük insanlığa’’ kırgındı. Bir daha bu dünyaya gelmemeye söz vermişti.
Toros dağlarında yaşayan Müslüme’nin hikayesini yazmaya elim varmadı. Kalplerimiz donmuş, gönüllerimiz paramparça olmuştu. Fotoğrafına bakınca gözlerinde sakladığı acıları ve hüzünleri görmüştüm. Müslüme taciz edilerek öldürülmüştü. Uzun ve sonsuz yolculuğuna çıkarken annesine şöyle demişti. ‘‘Annem benim, seni bayramlarda giydiğin mavi, yeşil, kırmızı, sarı kuşaklarını ve allı pullu başlıklarını hiç unutmayacağım. Ne kadar güzel olurdun. Ama gözlerinde bütün zamanlarda eksik olmayan buğuları ve hüzünleri hiç unutamam. Anne şu kısa ama bana çok uzun gelen hayatımdan usandım artık, yoruldum. Ben epey zamandır kendime ait değilim. Kendime ait vücudum yok zaten. Nehir gibi akıp giden hayat beni de taşlara kayalara çarparak sürükledi. Çok yoruldum anne, o nedenle seçmediğim ölüm sessizliğiyle koşup gidiyorum. Bir daha dönmemek üzere yaşadığım tüm acılardan ve bu hayattan kurtuluyorum. Hoşça kal annem benim, hoşça kal…’’
Cok etkileyici bir yazı olmuş emeğinize sağlık 👏👏