Gri: Bir Ankara Rengi

Ömer Özen 470 Görüntüleme Yorum ekle
7 Dak. Okuma

“Gri olursunuz burada… Bembeyaz gelmişsinizdir, siyahlar hep kötüdür sizin için… Sonra burada siyahları görürsünüz, siyahları tanırsınız biraz, sonra biraz da siyah alırsınız bünyenize, “gri” olursunuz… Doğrusu budur zaten! Sırf beyaz kim kaldı ki? Ya da sırf siyah kim olabilir ki? En doğru tondaki grinizi bulmanız dileğiyle!”

“Gri: Bir Ankara Rengi” romanımın arka kapak yazısı yukarıdaki gibiydi. Peki, Gri’nin bu biraz da sancılı doğumu nasıl gerçekleşti?

Aslında romandaki ilk karakterle tanışmam ve ilk birkaç sayfasının el yazımla karalamam öğrencilik hayatımın bitmesinden önceye denk geliyor. Romanı tamamlayabilmem için ise hayatımdaki geçiş evresini yani mezuniyet sonrası askerliği bekleme süremin ve askerliğimin bitmesi sonra da iş hayatına başlamam gerekti. Bu arada zihnimde Gri’nin iki de kardeşi filizlenmişti. Hatta ilk önce üç romanı beraber götürmek için her hafta birisi ile ilgilenerek birkaç ay geçirmiştim ama yeterli Japon veya Alman genim bulunmadığından ötürü bu süreçten vazgeçerek Gri’ye yoğunlaşmaya karar verdim. Hatta karakterlerin beyaz ve siyahlarını tanıtma sürecini uzattıktan sonra asıl grileşme sürecini biraz da aceleyle yazarak bitirebilmiştim. Dikkatli okuyucuların birçoğu da bunu fark etmişti.

Peki, Gri neyi anlatıyordu?

Gri’de karşılıklı iki dairede oturan ve neredeyse hepsi üniversite öğrencisi dördü erkek, üçü kadın karakterlerimizin tanışmalarını ve birbirlerinin hayatlarını etkilemelerini anlatıyordu. Yukarıda da bahsettiğim gibi ilk bölümlerde karakterlerimizi yakından tanıyıp keskin siyah ve beyazlarını keşfederken sonraki bölümlerde özellikle birbirleri ile ilişkileri arttıkça ve hayatın getirdikleri ile beraberce yüzleştikçe değişimlerini gözlüyorduk.

Belki de benim gibi Ankara’da üniversite hayatlarını geçirdikleri ve benzer bir arkadaş grubu oldukları için bu romanı hep sıcacık bulmuşumdur. Hatta bu yüzden karakterlerin neredeyse hiçbirinden vazgeçemedim ve hem diğer romanlarda kısa sürelerde de olsa kendilerini gösterdiler hem de hayatlarının devamı ile ilgili bir roman daha yazdırdılar.

Şimdi romandan biraz ayrılıp hayat hakkındaki düşüncelerimde de paralellik var mı diye sorarsanız; “kesinlikle” diyebilirim. Bence insanın karakterinin olgunlaşabilmesi için yaşadıkları ya da yaşananlardan gördükleriyle keskin çizgilerinin yumuşaması gerektiğini düşünüyorum. Bu bizim karakterlerimizi için üniversite yıllarında oldu, birçoğu için çok daha önce veya çok daha önce olabilir ama olmazsa sanki olgunlaşma süreci hep eksik kalacaktır.

Zaten tam kitabın yayınlanmasından sonra gördüğüm bir videoda da popüler profesörümüz Özgür Demirtaş çok farklı bir konuda şu cümleleri kuruyordu: “Dünyada siyah ve beyaz yok gerçekler arasında. Her gerçek gridir aslında. O yüzden siz gerçeği söylediğiniz zaman grinin bir tonu olmuş oluyorsunuz. Beyazlar size bakıyor, gri olarak değil siyah olarak görürler sizi. Siyahlar da size bakıyor, gri olarak değil beyaz olarak görürler sizi. O yüzden gerçeği söylediğiniz zaman o dokuz köyden kovulma olayı biraz bununla alakalı bir olay aslında.” Tabii ben bu videoyu gördüğüm zaman hemen bu kısmı kendi sosyal medya hesaplarımda paylaşıp “Özgür Demirtaş Gri romanını anlatıyor” diye esprili bir dille paylaşmıştım.

Tekrar ciddileşecek olursam, başka bir şiirimde de şu dizeler yer alıyordu:

“Daha en başından bize “siz bembeyazsınız” dediler.
“Onlar ise kapkaralar,
Kötü olan ne varsa, hep onlar yaptılar.”
Ama şimdi düşününce,
Karşımızdakiler de bize hep,
Onlara da öyle anlatılmış gibi baktılar.”

Şimdi kendimize sormamız gereken soru şu: “Hayatımızda gerçekten empati yapabiliyor muyuz?” Tabii, bu empati; “kendimi senin yerine koyup bakıyorum yine sen haksızsın” empatisi değil. Gerçek bir empati bizi düşmanımızla bile yakınlaştırabilir. Yüzlerce film izleyen biri olarak sonunda yaşattığı ters köşe ile aklımda yer eden bilim kurgu filmlerden biri “Ender’s Game (Uzay Oyunları)” olmuştur. Ve filmin sonunu izledikten sonra girişteki başkaraktere ait şu söz bir kat daha anlam kazanıyor. “Düşmanımı mağlup edecek kadar yakından tanıdığım zaman, hem de onu sevdiğim zamandır.” (A. E. WİGGİN)

Peki, ülke olarak biz ne durumdayız? Bence de Emrah Safa Gürkan’ın dediği gibi, “Bu ülkede insanların ikiye ayrılma şansı varsa ayrılır.” Ciddi bir mesele olmasında bile gerek yok. Menemenin soğanlı mı soğansız mı olduğu konusunda bile kutuplaşabiliyoruz ki asıl yapmamız gerekenlerden uzaklaşmamız işlerine geleceklerin bizi manipüle etmek için sundukları afyonlara nasıl karşı koyabiliriz?

Yine farklı bir örnek vermek için ülkemizde futbol taraftarlığını ya da daha doğrusu fanatizmini kullanabilirim diye düşünüyorum. İster istemez iki farklı takım taraftarının anlamsız tartışmasının yanında ya da itiraf edin içinde bulunuyorsunuzdur. Neredeyse tüm taraftarlar için kendi takımı bembeyazdır yani en güzel oynayan onlardır, en kaliteli oyuncular onlardadır, daha da çoğu için sadece kendi takımlarının başarısızlığı için birleşmiş birçok kesim vardır. En basiti olarak hakemler en çok onların hakkını yemiştir. Ben de bir Bursaspor taraftarı olarak takımımın da sağ olsun verdiği malzeme ile benzeri konuşmaların içinde bulundum ve bulunuyorum. Ama şimdi biraz da gerçekleri yani “grice” konuşalım mı? Neredeyse bütün takımlarımız çok kötü yönetiliyor, bunun nedeni ya da sonucu olarak sahalarda da kaliteli bir futbol oynanmıyor. Uluslar arası arenada yerimize ve başarılarımıza (ya da daha çok bulunan başarısızlıklarımıza) baktığımızda ne kulüp ne de milli takım olarak bunu açıkça görebiliriz. Yani tribünlerde en büyük olduğunu savunduğumuz takımlarımızın hiçbiri o kadar da büyük sayılmaz. Belki de en büyük başarıları bu sene yaşadığımız depremin üzerinden günler geçmişken bile gündemi değiştirebilmeleridir.

Bu örneği sanırım yüzlercesi ile arttırabiliriz. Peki, ama biz ne yapabiliriz? Bence her şeyden önce kendimizi tanımalı ve ne kadar gri olabildiğimizi anlamalıyız. Sonrasında da hep daha çok grileşmeye çalışmalıyız. Etrafımızda mutlaka bembeyaz veya simsiyah kalmak isteyenler olacaktır ama ne kadar grileşebilirsek o kadar farklı renkleri görmeye belki de daha önemlisi farklı renkler olmaya başlayabiliriz.

Son olarak; sanırım bu yazı bayram içindeki bayramımız 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda yayınlanacak. Geleceğimiz, çocuklarımızı çok önemseyen biri olarak onlara birkaç dizeyle seslenerek hepinize iyi bayramlar diliyorum.

Sen; çocuk
Benden daha masum
Daha dürüst
Daha umutlusun…
Ne olur hep öyle kal…
Büyürken dünya senden ne alır bilemem…
Ama sen;
Dünyaya hep bir parça çocukluğundan ver…

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Ömer Özen
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version