Griii, ilk romanım Gri’nin devam romanı. İlk başa en net olanı yazayım da… Peki, Griii yerine Gri-2 olmaz mıydı? Hem evet, hem hayır. Öncelikle hayırdan başlayayım. Gri-2 için aklımda büyüyen hikaye iki kahramanımızın bir köy kahvesinde oturup ilk romanın bittiği anda o ana kadar olanları geriye dönük hatıralarıyla tamamlamasından ve sonrasında cenaze namazına geçmelerinden ibaretti. Ama bu hikaye bana bile o kadar kasvetli geldi ve beni içine alamadı ki bir türlü oturup iki satır bile yazamadım. Peki, onun yerine ne yaptım? Neredeyse her romanda ya bir iki sahnede yer almalarını sağladım ya da en azından birkaç cümle ile kulaklarını çınlattım. Ve aslında Gri-2’nin aslında bu romanlarda geçen kısımlardan oluştuğunu düşünüyorum. Diğer yandan, “evet” diyebiliriz de… Çünkü neredeyse Gri’de yer alan tüm karakterler bu romanda da yer alıyor. Hatta Labirent ve Akvaryum romanlarındaki ana kahramanlarımız da bu romanda yer alıyor. Yer almakla kalmıyor, hikayelerini devam ettiriyorlar.
Şimdi Gri-2 meselesini hallettiğimize göre Griii ya da Gri-3’e gelelim. Roman bitişinden beri beni bırakmayan kahramanlarımızdan özellikle bir çiftimizin hikayesi aklıma düştüğü anda heyecanlanarak bir an önce yazmaya başlamaya çalıştım. Aslında bu romanda çok neşeli başlamıyordu. Hatta romanın büyük bölümü bunalımdaki ya da bunalıma girmek üzere olan eşini kurtarma çabalarından oluşuyordu. Bunun için önce kendi başına mücadelesini veren kahramanımız sonrasında yakın arkadaşlarından yardım istemeye karar veriyor. Hatta sadece bu arkadaşlarla buluşturmakla kalmıyor, tanıdıkları ve tanımadıkları yerlere geziler de ayarlıyor. Fakat hikayemizin ortalarına geldiğimizde bunalımdaki eş çabalayan eşine tüm iyi niyeti ve çabaları için teşekkür ediyor ama elinden geleni yapmasına rağmen bu ruh halinden uzaklaşamadığını söylüyor. Bu noktadan sonra çaresiz kalan kahramanımız da kendini bunalımın kucağına bırakıyor. Ama hayalci yapısı ona hayalle gerçek arasındaki ince çizgiyi iyice bulanıklaştırarak bambaşka dünyaların kapılarına doğru sürüklüyor. Böylece kendini bunalımdan çıkmış ama bu yeni bağımlılığa kapılmış halde buluyor. Asıl sürpriz ise sırf biraz daha mutlu olsun diye dünyanın öbür ucuna götürmeyi göze aldığı eşinin de kendisi ile büyük yüzleşmelerini aynı evin için bu hayal dünyasında yaşaması oluyor.
Peki, bizin bunalımlarımızla ya da daha popüler söylemleri ile depresyonla, histeri krizlerimiz, hezeyanlarımızla aramız nasıl? Benim etrafımda yaptığım gözlemlere göre sandığımızdan çok daha fazla kişi sandığımızdan çok daha yakın. Yani neredeyse hepimizin ruhsal çöküntü ile aramızda belki “sadece kötü bir gün” ya da sadece bir adım var.
Bunu düşünmeme neden olan olayların birisi de sosyal medyada zevkle takip ettiğim bir karikatüristin bir açıklaması olmuştu. Ben son zamanlarda paylaşım yapmadığını bile fark etmediğim süreçte her ne yaparsa yapsın yoğun melankolik durumundan bir türlü kurtulamadığını bu süreçten yardım alarak kurtulduktan sonra yine kendisi anlatmıştı.
Peki, niye bu kadar karamsarım? Ya da bence niye bu kadar gerçekçiyim?
Etrafımdaki insanları birkaç gruba ayırarak özellikle de iş ve evlilik konularını baz alarak biraz daha ayrıntılı inceleyebileceğimi düşünüyorum.
İlk grubu daha çok benden daha genç olanların oluşturduğu ama yer yer aynı yaştaki ve benden büyük arkadaşlarımın da yer aldığı çalışan ve evli olma durumuna geçemeyenler grubu olarak tanımlıyorum. Bu grup için özellikle de bayram ve benzeri katılım sağlanması gereken özel günlerde çok üzülüyorum. Çünkü maalesef bazen iyi niyetle de olsa bu insanlarla nadiren karşılaşan büyüklerimiz hemen bir akıl verme telaşına giriyorlar ve kalabalık ortamların orta yerinde canlarını sıkıyorlar. Yani gerçekten ama gerçekten işi ya da eşi olmayan koca koca insanlar sizin tavsiyenizle bu durumu fark edip bir çözüm aramaya mı başlayacak? Bu durumlarının gerçekten de farkında olmadığını düşünen ve herkesin ortasında söylerlerse bir aydınlanma yaşayacağını düşünüyor olabilirler mi? Peki, bu söylemlerle dalga geçilse suçlu/saygısız kim olacak? Ama hadi gelin daha olası bir senaryonun olabilirliğini düşünelim. Zaten o ortama zorla giren arkadaşımız günler öncesinden bu sorularla karşılaşmanın stresini yaşamaya başlamış olabilir mi? Belki sizinle karşılaşmadan günler hatta saatler önce hayatının bu geçici evresi için saatlerce ağlamış olabilir mi? Belki de biraz daha sizin “normal” standartlarınızda davranabilmek için medikal yardım olabilir mi? Ya da bu düşüncelerle baş başa kalmamak için zihnini uyuşturabilmek için çeşitli bağımlılıkların kucağına kendini itmiş olabilir mi? Kaldı ki hiç kimse kimsenin istediği standartlarda bir iş yapmak ve ilişki için yer almak hatta yer almayı istemek durumunda değil!
İkinci grubumuzu ise bir işi ve bir evliliği olanlar olarak özetleyelim. Bu grubumuz bayramlarda akıl almaktan kurtulan ama arkadan yanlış yaptığı söylenen gruptur. Evet, çoğumuz bir işte çalışıyoruz ama bir işe girmek ve o işte kalmak gerçekten ne kadar yeterli olabilir? Peki, ülkemizde gerçekten liyakate göre işe alım yapabilen kaç firma/kurum var? İşe girdikten sonra gerçekten hakkaniyetli maddi ve manevi karşılık veren kaç kurum var? Zaten neredeyse herkesin hayalinde olmayan mesleklere sahip olmuşken kalan heveslerini de kırmak sandığınızdan çok daha kolay. Yani hasbelkader bir işe girdiyseniz bile o işte ne kadar mutlusunuz? Ailenizden fazla zamanı geçirdiğiniz insanları ne kadar seçebiliyorsunuz? Sonuç olarak, en azından işi olan insanların bu sıkıntılardan bir adım daha geride olduğunu düşünüyorsanız çok yanlış yerdesiniz. Ve olduğunuz yerden sakın evliliklere bakmayın ki yine yanlış yansımalardan bir şey göremezsiniz. Her şeyden önce ilişkilerde “cicim ayları” diye bir kavram vardır ve bu aylar bittiğinde ilişki hayatta kalmak için artık oldukça talepkar olacaktır. Zaten insanlar tek başlarına bile zamanla değişip kendilerine yabancı kalırken belki en başta bile uyumlu olmadığı bir kişiyle aynı evi/yatağı paylaşırken ciddi sıkıntılar yaşayacaktır. Dışarıdan bakıp güzel bir iş yerinde dolgun bir maaşla çalışıp evine gelen ve eşiyle rüya gibi bir hayat yaşadığını düşündüğünüz insan belki de sabahtan akşama kadar kesinlikle karşılığını almadığı halde canını dişine takıp çalışırken evine gelince huzursuzluğun en büyüğünü yaşayıp koşar adım depresyona yaklaşıyordur.
Ve son grubumuz… Biliyoruz ki hepimizin birçok önemli konularda kırmızı çizgilerimiz var. Peki, bu sınırlar geçilince ne olur? Bir tepki veririz değil mi? Peki ama gerçekten verebiliyor muyuz? İş hayatında gayet haklı da olsak kırmızı çizgilerimiz geçildiğinde istifayı basıp çıkıp gidebiliyor muyuz? En azından başka bir iş bulana kadar o tiksindiğimiz yerde çalışmaya devam etmek zorundayız. Belki de çok daha uzun zaman için çok daha zor şartlarda çalışmaya devam edenlerle dolu bir ülkedeyiz.
Diğer konuya ise insan hiç girmek istemiyor bile… Belki dünyada ama ülkemizde de tarafların eşitliğinden bahsetmek mümkün değil. Ve her nasıl ki bir ilişkinin doğması ve evliliğe kadar gitmesi doğal bir süreçse o ilişkinin sarsılması ve boşanmaya kadar gitmesi de doğal bir süreç. Tabii bunu kabul etmeyen özellikle hemcinslerimin gösterdikleri şiddet maalesef gündemimizden düşemiyor. Tabii bir noktadan sonra ilişkilerin bitmesinin de getirdiği maddi yükümlülükler bulunuyor. Peki, çiftin her iki bireyi de bu yükü kaldıracak durumda mı? Sırf bu yükümlülüğü yerine getiremediği için evli kalan ne kadar çift var? Benim gördüğüm kadarıyla her birinizin tahmininden çok daha fazla! Sadece evde ya da işte sıkıntı yaşamak bile kocaman ruhsal yaralanmalara yol açarken her ikisine birden tutunamayan insanlar için ise gerçek dünya o kadar dar kalıyor ki belki de devamlı depresyonun nefesinin enselerinde hissederek yaşıyorlar.
Aslında bundan sonra “yine de” diyerek toparlamaya çalışacaktım ama bugünlerde iyice dağılan dünyada olanlar bu konudaki tüm hevesimi kaçırdı. Tabii olanlar hakkında uzunca yazacağımı zannediyorsanız da yanılıyorsunuz çünkü eğer yazdıklarım uzarsa “ama” yazmak durumunda kalacağım. Oysa çocukların öldüğü hiçbir olayda “ama”lar yoktur, âmâlar vardır ve bundan sonra yazacaklarımı hiçbirimiz görecek durumda değiliz…