Ne kadar da güçlüyüm, dedi kadın. Gözleriyle ışık saçıyordu. Başı dik, ayakları yere gümbür gümbür sapasağlam basıyordu. Sözünün üstüne söz söylemek kimin haddine. Bir bakışıyla, iki çift lafıyla pişman ederdi. Çünkü güçlüydü kimse ezemezdi onu.
Bir gün kendiyle baş başa kalınca, içinde bir ürperti hissetti. Oysa yüreğimi kimsenin kıramayacağı, üzemeyeceği,
ulaşamayacağı kadar uzaktayım, dedi. Nedendir bu telaşım? Gözlerindeki ışık bir anda söndü, başı yaslanacak bir omuz aradı. Ayakları usulca yerden uzaklaşıp kıvrıldı. Sözleri uslanmış bir çocuk gibi masum. Kimse yoksa tehlike de yok diye düşündü. O zaman savunulacak bir şey de yok.
Güçlü olmak, güçlü görünmek. İki sözcük arasında gidip geldi. Bir kendi çelik gibi yüreğini düşündü. Sonra gülen, ağlayan, tartışan, mücadele eden, özür dileyen, affeden, barışan, yüreği her daim sıcacık ve tüm dünyayı kucaklayacak kadar kocaman, hep sevdiklerinin yanıbaşında olan diğerlerini.
Tüm bunların, karşındakine duvar örmekten daha zor olduğunu düşündü. Uzaklaşmak, duvarlar örmek kolaya mı kaçmaktı. Suya sabuna dokunmadan kırmızı çizgiler koyup, kendini garantiye almak. Hiçbir şeyle yüzleşmeye cesaret edememek.
Güç müydü bu? Yoksa güçsüzlük mü?
Duygularını sere serpe ortalığa saçmak ne büyük güç diye düşündü. Onca kalabalığın içine karışıp kendi renginle var olabilmek. Hadi, kır o duvarlarını, indir o tırnaklarını. İnsanlar, senin kalbinin çiçeklerini koparacak belki, ama bir gün yenilerini dikecek. Bir gün ağlatacak, ama gözyaşlarını silip, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirecek belki. Bununla başa çıkabilecek misin? O kadar güçlü müsün?
Hadi o zaman yık o duvarları ve karış o kalabalığa” dedi. Haydi, var mısın güçlü olmaya?