Bir aydır babamlarda yatıya kalıyorum. Yaz mevsimi. Evin içinde uyumak imkansız. Mecburen müstakil evin damında uyuyorum.
Sabah 9.30 gibi uyandım. Dizlerime kadar güneş, nasıl terlemişim.
Apar topar indim aşağı. Herkes uyuyor. Kimseyi uyandırmadan çıktım.
Gözlerim hala şiş. Güneş gözlüğünü taktım, arabanın termometresi 38’i gösteriyor. Saat henüz sabahın 10’u. Klimayı açtım, lakin Allah klimaya yardım etsin. Araba alev aldı alacak.
Kendime gelmek için teybin sesini son açtım esneye esneye.
Nereye gideceğimi de bilmiyorum. En iyisi şöyle güzel bir güzel bir çay içeyim, sonra karar veririm.
Kuyubaşı’ndaki Opet Petrol’ün bulunduğu kavşakta kırmızı ışıkta durdum. Suriyeli dilenci bir çocuk bütün ısrarlarıma rağmen cama biraz su döktü. Sonra elindeki kirli cam siliciyle camı bir güzel kirletti. Önümü göremiyorum. Sonra çocuk kaçtı.
Sileceklerle camı temizledim, sola doğru direksiyonu kırıp devam ettim. İtfaiyenin yanındaki ışıklardan henüz geçmişim, hızım 50 falan. Sanayinin olduğu taraftan bir araba aniden yola bir daldı, ama ne dalış. Sanki bütün yol onun biz de babasının hayrına o yolu kullanıyoruz.
Neyse fren… fren… fren… Kıl payı kurtardık. Benim lastiklerden duman çıkıyor. Arkamdaki arabalar kornaya nasıl asılmışlar, eyvah ki ne eyvah.
Elini kolunu sallaya sallaya ana yola dalan arabanın şoförü korna seslerini duydu.
Arabayı durdurdu. Kapıyı açtı, indi arabadan.
80 yaşlarında aksakallı bir dede. Sağ elinde bir sopa:
– Ne kornaya basıyosun lan. İn aşağı, dedi.
Başımı camdan çıkarıp arkamdaki arabayı göstererek:
– O bastı kornaya dede dedim. Valla ben basmadım.
– Lan in aşağı, diye tekrarladı.
– İnmem, dedim.
– Hangi p..t sana ehliyeti verdi, dedi.
Bir şey demedim.
Arkadaki sürücüler çıldırmış vaziyette, birkaç tanesi aşağı indi.
Neyse zor bela dedeyi sakinleştirdik. Gitti, bindi arabasına. Arabası 12 Eylül Darbesinden kalma bir hurda. Bekle bekle hareket etmiyor.
Tekrar sopasıyla indi aşağı.
– Çalışmıyor lan bu, dedi.
Bana doğru çok gaddar bir şekilde geliyor.
– Bittin lan sen, dedi.
– Benim ne suçum var? dedim.
– Kes lan, çıkar ağzındaki o sakızı, serseri.
İndim arabadan, birkaç kişi toplandık, arabayı çalıştırmaya çalışacağız. Lakin dede beni gözüne kestirmiş, darbeyi indirecek. Kalabalığı yara yara bana doğru iki adım attı. Sopayı kaldırdı,
Bayıldı…
Kucağıma yığıldı.
Neyse, genç birinin yardımıyla adamı arabaya koyup hastaneye götürdük. İki sağlık görevlisinin yardımıyla sedyeye koyduk. Acil müdahale odasına götürüyoruz.
Gözlerini açtı, şöyle bir 180 derece etrafına baktı.
– Arabam nerde? dedi.
İstifimi bozmadan, intikam alırcasına;
– Bozuldu, dedim.
– Sen bozdun, dedi.
Sonra bağırmaya başladı hastanenin koridorlarında;
– Bu adamdan şikayetçiyim.
Doktor ilk müdahaleyi yaptı, bizim ihtiyar kendine geldi. İçeriye iki güvenlik görevlisi girdi.
– Amca bu adam size zarar mı verdi. Niye şikayetçisiniz?
İhtiyar kalktı, sedyede oturdu.
Beni göstererek;
– Bu! Tam bir trafik canavarı. Arabamı da o bozdu, dedi.
………………………………………………
Adamlara yarım saat derdimizi anlattık, ikna oldular nihayet.
Arkama baktım bizim ihtiyar cin gibi sedyede oturuyor.
Hemşire geldi. ”Bir serum versek iyi olur” dedi.
Haydaaa, lan daha kahvaltı yapmadık. Ağzım zehir gibi sigara kokuyor.
Serumu taktılar, bizimle gelen delikanlı “İşim var” diyerek gitti.
Ben refakatçi olarak ihtiyarın başucunda bekliyorum.
Yarım saat kadar sonra hemşire içeri girdi.
– Hemşire hanım, serum çok yavaş damlamıyor mu? dedim. Biraz hızlandırsanız.
– Yok yok… Böyle gayet iyi, dedi.
Sağa bakıyorum, sola bakıyorum, bir sağa bir sola yürüyorum. Yok abi, bu serum bitmez.
Bir süre sonra ihtiyar:
– Yaklaş hele yeğen, sana bir şey soracağım, dedi.
-Sor, dedim.
– Yav bu Gürcü karıları güzelmiş diyorlar, doğru mu?
– Bilmem, hiç görmedim.
– İnanmam, hiç mi görmedin lan?
– Hiç görmedim, dedim.
İhtiyar bastı kahkahayı, nasıl gülüyor, nasıl gülüyor, arada;
– Hiç mi lan? diyerek kahkaha üstüne kahkaha atıyor.
İçerideki hastaların hepsi bize bakıyor. Doktor girdi içeri. Sinirli sinirli bakıyor bize. Bir şey demeden çıktı sonra.
– Bak hele yeğen, ben Gürcistan’a gitmeyi düşünüyorum, dedi.
– Bana ne ya, nereye gidersen git, dedim.
– Öyle deme, oralar çok ucuz diyorlar.
– Git ama arabanla gitme. Kesin yolda kalırsın, dedim.
– Yok, arabayla gideceğim dedi. Otobüs rahat değil.
– Sen bilirsin, sopanı da götürecek misin? diye sordum.
– Evet, lazım olur, diye cevapladı.
İçimden, ”Hele sen bir sopayla Gürcistan’a giriş yap; anlarsın neye lazım olduğunu” diye düşündüm.
Bana baktı:
– Ne gülüyorsun, dedi.
– Hiiç… Gürcü kadınlar güzeldir. Hem de öyle böyle değil. Gitmelisin, dedim.
Sararmış, çoğu çürümüş kırık dökük dişleriyle gülümsedi.
– Biliyordum lan Gürcü avrat gördüğünü. Gideceğim. Ama oğluma söyleme. Yoksa bozuşuruz, dedi.
– Söylemem.
Bizim ihtiyar sırıtarak hülyalara daldı.
Bir süre sonra hemşire gelip biten serumun iğnesini çıkardı.
– Tamam, gidebilirsiniz, dedi.
İhtiyara dönüp;
– Geçmiş olsun dede. Ben gidiyorum.
– Dur hele, beni de bırak.
Dışarı çıktık, hastanenin otoparkında arabaya bindik. Arabayı çalıştırdım. Hastaneden çıkmak üzereyiz:
– Yok mu bu arabanın kliması, dedi.
– Var, açacağım, dedim.
Bir süre sonra arabanın içi bayağı serinledi. Bizim ihtiyar mayışmış.
– Sür evlat, dedi.
– Nereye?
– Gürcistan’a…