Virane olmuş evimin duvarlarına saatlerce gözlerimi kırpmadan, kirpiklerime asılı tutmaya çalıştığım gözyaşlarım var, benim…
Kalbimin benden ne istediğini hiç sorgulayamadım, ruhum özlemi bu kadar bedenim de diretirken.
Bazı acılar öyledir, özlem gibi. Ruhuna ulaşır ve acısı en ulaşılması zor benliğine bile yayılır.
Özlemekmiş sevdiğinin sana bıraktığı o büyük acı. Böyle sanki kalbin hasretin ölümsüzlüğüyle bir yumruk olmuş, içerden ruhumu yumrukluyor. Öldürmüyor ama derinlerinden yaralıyor, sadece yaralı bırakıyor. Özlemek de bu değil miydi zaten? Her seferinde öldürmeden öldürmek… Bir insanı öldürmeden öldüren o yara özleme aittir. Özleyince ölüyorsun sanki ama unutmayı düşünmek daha çok öldürüyor insanı. Yani ne özleyince ne de yaşanılanları, anıları ve özlediğin onu, unutmaya çalışmakla yaraların iyileşiyor. Her iki durumda da kabuksuz yaraların ruhun da hep var oluyor.
Kabuk tutmayan yara olur muydu ? Oluyor. Kabuk tutmuyor hasretten gelen yaralar. Baksana! Kaç ayın dokuzu geçti, mevsimlerden sonbaharın yine eylülü geldi ama o yara hiç iyileşmedi, iyileşmeyecek de…
Baş üstüne ettim ben, ondan bana, kalbime kalan her acısını da, bu özlem kaç gecemi gündüzsüz bıraktı, gündüz edemediğim nice geceler de acıyan ruhumu ağlattı… ?
Ruhum ağladı, benim ruhum!
Gözyaşlarımı boş verdim artık. Kirpiklerime bir şekilde tutunuyor ama ruhumun gözyaşları neye tutunacak, kime tutunacak?
Görünmüyor o yaşlar, yanaklara düşmüyor.
Ruhumdan kopuyor, kalbime düşüyor ve bu kadar ağlamaya devam ederse ruhum, kalbim boğulur…