Güçlü bir hafıza ağır bir cezadır. Ve işin kötüsü, iyi anları nadiren, kötü anları sıklıkla hatırlatır. (Orhan Kemal)
Maziyi ansımak kalbine neşter atmak gibi… Acıtıyor. Kıymetini bilemediğimiz nice şimdinin yası mı bu? Yoksa sadece yitirmiş olduğumuz şeylerin geri dönüşsüzlüğünün idrakine varışımızın, boğazımızda yumru gibi takılıp kalanların yakıcılığı mı? Bir daha öyle gülemeyecek oluşumuzun, hayattan bir daha aynı tadı alamayışımızın burukluğu mu? Yaşamın yaşadıkça azalan büyüsü mü ya da başka bir şey mi adını koyamadığımız, tarif edemediğimiz… Belki de bunların hepsi, büyüdüğümüzün, acıyla yoğrula yoğrula büyüdüğümüzün bilincine varmak ve toplamı… Cevabı ne olursa olsun geçmişin içimizi burkan bir tarafı var.
Hayallerimizin, hayal kırıklıklarımızın, beklentilerimizin, umutlarımızın mezarlığıdır geçmiş üzerini zamanın ağırlığıyla örttüğümüz. – ‘‘Zaman her şeyi nasıl da hızla örtecek, onca şeyi çoktan örttüğü gibi!’’ Markus Auerlius. – Bu yüzden onları her hatırlayışımız ölülerimizi yâd etmek gibidir ve onları yâd etmek, yine ve yeniden canlandırarak içimizdeki izini her seferinde biraz daha derinleştirmek, canımızı bile bile yakmak belki de… (Bu noktada uyarı niteliğinde bir cümleyle çıkıyor karşımıza Tolstoy: ‘‘Çok sevdiğin ama geri döndüremeyeceğin kişiler, her hatırladığında seni tekrar tekrar terk eder.’’ Burada yazı bağlamında düşünürsek eğer ‘’kişiler’’ in yerine ‘’anıları’’ oluşturan herhangi bir ayrıntıyı varsayabiliriz.) Geçmişimiz hatalarımız, acemiliklerimiz, çocukluklarımız, en çok da çocukluklarımızdır… Zaman geçtikçe yitirdiğimiz çocukluğumuz…
Geçmiş ruhumuzun üzerinde tepinir, onu acımasızca çiğner ve bir kenara savurur. Bu hengâmeden kalan artıklarla bugünü yaşamaya çalışırız, her seferinde biraz daha tükenerek, aşınıp tozlarımızı zamana savururuz ömrümüzden ödediğimiz haraç misali. Bozguna uğramış yaralı ruhlarımızla her defasında bir kez daha yenilerek, yenilgilerimizle avunup zaferlerimizle ilgili düşlerimizi gül goncaları gibi kuruturuz hafızanın tozlu sayfalarında. Zaman içimizdeki çocukluğu kapatır görünmez kafesine, sorumluluklar, koşturmacalar içinde farkına bile varmayız bunun çoğu zaman, sadece bazı anlar gelir, alır bizi ta geçmişin kucağına fırlatır. Mutfakta taze pişmiş kek kokusu, sıcacık kuzine sobanın üzerinde patlayan kestaneler, yeni yağmış karı katır kutur ezerken bıraktığımız ayak izleri, yanı sıra sokakta oynayan çocukların birbirine karışan sesleri arasında bir zamanlar bize ait olanı duyar gibi oluruz. Bir anlığına gideriz ana kucağına, en büyük derdimizin dizimizdeki yaraların olduğu, annemizin öpünce geçtiği acılarımız, çikolata yiyince unuttuğumuz üzüntülerimizin zamanına…
İnsan ânı yaşarken neyi elinde tutacağını şaşırıyor çoğu zaman, koca bir okyanustan arta kalanları avuçlarımızla saklamaya çalışmak gibi, neyi kavrasak bir başkasını elimizden kaçırıyoruz. Hatta çoğu zaman neyi hatırlamamız gerektiğinin bile farkına varmadan – varılabilir mi dersiniz? – öylesine yaşayıp gidiyoruz. Şöyle bir hatırladıklarımıza dönüp bakarsak neleri saklamaya değer görmüş belleğimiz acaba? Her ne kadar bu kişisel anlamda değişse de genel olarak öyle geliyor ki en çok insanın yüreğine dokunan, yaşamında farkındalık oluşturan o anları hatırlıyoruz, özetle kırılma noktalarımız hafızamızı işgal ediyor. Öğretmenimizden aldığımız ilk aferin, ilk kez atlamayı başardığımız o duvar, annemizin, büyük annelerimizin sıcacık koynunda dinlediğimiz masallar ve dualar da hatırlanıyor; yüzümüze kalkan eller, zaten kırık kalbimizin üzerinde tepinenler, görülmediğimiz, anlaşılmadığımız, sevdiklerimizi toprağın altına koyduğumuz, tepeden tırnağa acıya bürünüp mutluluğu neredeyse unuttuğumuz zamanlar da…
Hatırlamak aynı zamanda bir ihtiyaçtır. Bu noktada akla gelen ilk soru şu olabilir; peki hatırlamaya neden ihtiyaç duyarız? Bu soru üzerine etraflıca düşününce verilebilecek en uygun cevap ‘’aidiyet duygusu’’ sanırım. Çünkü bir anıyı hatırlamak aynı zamanda bir şeylere ait olma, onlara tutunma biçimidir insanın, hele ki bu anıları ve beraberinde ortak bir huzuru paylaşabileceği sevdikleri de varsa çevresinde eğer ondan mutlusu – ve şanslısı – olamaz. Fakat iş gelip de onları birer birer kaybetmeye gelince hafıza da körelir, sevdiklerinle birlikte anılar da toprağa girer birer birer. Ünlü Fransız yazar Jean-Louis Fournier ‘‘Küçük Kardeşim’’ adlı eserinde bu konuya dokunaklı bir biçimde yer verir. Kardeşi Yves-Marie’nin anısına hazırladığı bu otobiyografik kitabında yazar kardeşinin olağanüstü hafızasından övgüyle bahseder. Hatta önemli bir takım belgeler veya işler için kendi doğum tarihini unutan yazar hatırlamak için kardeşine başvururmuş zamanında. Kardeşini kaybettikten sonrası içinse şunları yazıyor kitabında: ‘‘Yves-Marie’yi kaybettikten sonra hafızamızı yitirdik. Artık kendi başımıza hatırlamamız gerek…’’ Kendi başımıza ne kadarını hatırlayabiliriz ki, bizde kaldığı kadarını belki ama ya sonrası?
Yaşantılarımızın izlerini paylaşacak sevdiklerimiz kalmadığında artık, onlarla birlikte bozularak değişmeye, ilerleyen zamanlarda yok olmaya başlar anılar. Zihnimizde eksilen, bozulan, hatta yok olan şeyler bizde de kalıcı izli değişikliklere yol açar. O anları yaşamış bir insanın ahvali uçup gider, yitik bir hazinenin ahını taşımaya mahkum bir insanın yası vardır bundan sonrasında.
Hatırlamak bir yandan da hayatta öylesine yaşamıyor oluşunun emarelerini zihnin karanlık koridorlarında aramaktır. Bu arayışın sonucunda elde ettiği çıktılar köklerinin nerelere kadar uzandığını insana hatırlatarak ve bundan aldığı güçle bir yandan güvende hissettirir. Yeknesak ve başıboş bir şekilde hayatta savrulan bir şey değil de bir aileye, bir yere ait hissettiren o anılardan bahsediyorum. Ortak duyguların, fikirlerin yanı sıra insanları birbirine görünmez bağlarla bağlayan anılardan. Onlara artık sayamadığımız kaçıncı yenilginin ardından, anlamsal karmaşaların, içinden sağ çıkmaya çalıştığımız hayal kırıklıklarına karşı can simidimiz gibi sarılıyoruz. Belki de en çok bu yüzden geçmişimizle yaşıyor, bu yüzden oradan besleniyoruz, ruhumuzun üşüyen yerlerini avutabilmek için kendimizce bulduğumuz masum bir çare bu…
Bir yandan mütemadiyen savaştığımız yalnızlık duygusunu yenmek amacıyla anılarımıza sarılıyoruz. Bir zamanlar sevdiklerimizin şefkatiyle sarıp sarmalanan ruhumuzun hissettiği huzuru anıyor ve arıyoruz, her ne kadar şimdi o huzurun yerini koca bir çöl almış olsa da. Bazen hayatın tabi tuttuğu zorlu sınavların içinden çıkmaya çabalarken, bu savaşımın ardından elde kalan kalıntılarımıza bakarak hala hayatta olan yanlarımızı anlamaya çalışıyoruz. Bu ufacık da olsa ümit barındıran çabalarımız bir an için şüpheye düşüp varlığından emin olamadığımız içimizdeki ‘‘iyi’’ yi bulmak, onun varlığına inanmak veya var olduğunu tekrar hatırlamak için. Zira bu yanlarımıza tutunarak yaşamaya çalışırız. İnsan içindeki iyiliği kadar var olur çünkü bu hayatta.
Bütün bir yazı boyunca anlatılmak isteneni çok güzel özetlemiş Fernando Pessoa, o halde bu alıntıyla yapalım kapanışı: ‘‘… dün hissettiğimiz şeyleri bugün hatırlamaktan ibarettir bizim yaptığımız çünkü biz bugün, dünkü kayıp hayatımızın yaşayan kadavralarıyız.’’