Soğuğun sadece çatıları dondurmadığı bir ocak akşamı, evinin sağlam kalan köşesinde bir anne, dört yaşındaki yavrusunun karnını doyurmaya çalışıyordu. Dört bacağı da kırılmış olan sehpayı tepsi niyetine önüne almıştı. Markette bulduğu peyniri de elinde sıkıca tutuyordu. Hava soğuk olmasına rağmen aniden gelen sıcak dalgaları peynirin küflenmesine sebep olmuştu. Küflenmiş tarafını kendi ağzına götürüp, temiz tarafını yavrusuna yedirdi. Ekşimsi tat küçük yavruyu rahatsız etmişti.
‘‘Iyy, tadı çok kötü anne. Yemek istemiyorum.’’
‘‘Yemezsen büyüyemezsin oğlum. Aç bakalım ağzını.’’
Elinde türlü yerlerinden yamalanmış, adını Bay Şatafatlı koyduğu, korsan bir bebek tutuyordu. Ağzına aldığı peyniri yüzünü buruşturarak yediği sırada bebeğin kulağına fısıldadı.
‘‘Bay Şatafatlı, senin de büyümeye ihtiyacın var. Yemek ister misin?’’
‘‘O kokmuş şeyi yemem ben. Sen bilmiyor musun benim kuzu eti sevdiğimi.’’
‘‘Ama kuzu etimiz yok Bay Şatafatlı. Annem bunu bile zor buldu.’’
Uzaklardan kulakları sağır eden bir ses yükseldiğinde küçük Mete ellerini kulaklarına dayadı ve sıkıca içe doğru bastırdı. Zavallı anne, korkusunu hafifletmek için oğlunu kolları arasına almıştı.
‘‘Korkma Mete. Havai fişek patlatıyorlar. Dedim ya sana; masaldaki kahraman ülkemize geldi. Sevdiği kadının onu bulması için de her gün gökyüzüne bir işaret gönderiyor.’’
‘‘Peki, anne ben bu havai fişekleri görebilecek miyim?’’
‘‘Umarım görmezsin. Uyu hadi.’’
‘‘Erken yatarım, erken kalkarım,
Üç yumurtayı süte çalarım.
İster yaz olsun ister kış olsun,
Hadi mektebe tıpış da tıpış.’’
Göz kapaklarına yorgunluk binen anne derin bir uykuya daldığında küçük Mete uyandı. Meraklı gözlerle havaya atılan fişeklerin sesini dinliyordu. Bir, iki, üç… derken artık sesler daha da yaklaşmaya başlamıştı. Seslerin bu kadar kuvvetli gelmesine karşın gökyüzünde oluşturacağı görüntünün büyüsüne kapılmak istiyordu. Ne de olsa bir masal kahramanı ülkesindeydi. Adı üstünde kahramandı. Kahramanlar hiç kötü olur muydu?
Annesinin kucağından yavaşça ayrıldı ve Bay Şatafatlıyı eline aldı. Uykusundan uyanınca çılgına dönmüştü.
‘‘Ne diye uyandırdın beni?’’
‘‘Şşş, bağırma Bay Şatafatlı. Annemi uyandıracaksın.’’
‘‘Benim doğduğum yıl Hügo diye bir düzenbaz doğdu. Madenlerdeki bütün altınları topladı şimdi emekli. Ben ise hala buralarda sürünüyorum. Bir büyümedin gitti.’’
‘‘Öyle deme Bay Şatafatlı. Ben de paramla sana güzel kıyafetler almıyor muyum?’’
‘‘Seneye de giyeyim diye büyük alıyorsun ama benim boyum uzamıyor. Artık anla be çocuk!’’
‘‘Söz bundan sonra boyuna göre alacağım.’’
‘‘Altına giymeye donu yok, bana kıyafet alacakmış. Neyse nereye gidiyoruz?’’
‘‘Bir masal kahramanıyla tanışmaya. Sen de havai fişekleri görmek istemiyor musun?’’
‘‘Acaba şu an, şurada, şu dakika da emekli mi olsam?’’
Mete, Bay Şatafatlıyı dışarıya sürükledi. Moloz yığınlarına takılmamak için adımlarını dikkatli atıyordu. Nihayet gökyüzünü gördüğünde havaya saçılan barut kokusu genzini yakmaya başlamıştı. Parlayan küçük noktalarla doluydu her taraf. Fakat siyah dumanlar etrafı istila etmişti. Eskisi kadar gösterişli değillerdi. Aşağı doğru da kayamıyorlardı. Sanki buna güçleri yok gibiydi.
Gittikçe yaklaşıyordu sesler. Mete, birkaçından yansıyan kırmızı ışığı gördü ama hoşuna gitmemişti. Bu kırmızı ışık onu büyülemiyor aksine iliklerine kadar ürkmesine sebep oluyordu. Arkasını dönüp annesinin yanına gitmeye karar verdi. Bir adım attı, iki adım attı, üç adım…
Durdu ve gökyüzüne baktı. ‘‘Bay Şatafatlı, havai fişekler neden bu kadar yakın? Baksana biri üstümüze doğru geliyor.’’
Dışarıdan gelen sese uyanan anne, oğlunun kollarında olmadığını görünce aklını yitirdi. Kendisini dışarı attığında gördüğü manzaraya ettiği feryatları çok uzaktan bile duyuluyordu. Oğlunun parçalanan bedenini gözyaşları içinde toplarken, kafasını göğe kaldırdı.
‘‘Havai fişekleri gördün mü Mete? Ben de gördüm.’’