Gittiği her yere de onları götürdükten sonra insan yaralarından nereye kadar kaçabilir ki? Diyelim ki kaçtı, burası dünya azizim yeni yaralar hep var olacak…
Yılan ısırdı diye, neden ısırdığını öğrenmek için yılanın peşine düşmek, zehrin tüm vücuda yayılmasını engellemez. Yapılacak şey, zehri vücuttan atmaktır. Bizler neden niçini kovalarken kendi kendimizi zehirliyor olabilir miyiz? Yaralarla yaşamaya alışmaktan başka var mı çaresi?
Ruhumuzda kanca olan bazı yaraların bir ömür taşırız da izini, o izi kapatacak bulamayız en şifa merhemi. Yüreğimizi yakan acılarımızı kilitleyebildiğimiz bir kutu icat edilir mi bilmem ama, yangının zamana yenik düşeceği ümidi ayakta tutar bizi.
Gülmek kadar ağlamak da ihtiyaç… Sevmek kadar sevilmenin de ihtiyaç olduğu gibi.
Kınanmaktan korkmadan duyguların yolunu açmalı insan, açmalı ki içinin yollarında tıkanıp kalmasın.
Bastırılan, zamanında yaşanmayan, askıya alınan, ertelenen her duygu en mutlu anında taş olup çelme takar ayağa. Bu yüzden o an ne hissediyorsa hakkını vermeli yaşanmaya değer duyguların. Ne gülüşü zayi olmalı ne göz yaşı ziyan. Ertelenmiş her mutluluk geleceğin keşkesidir. Heybemizi “iyiki”lerle doldurmak varken neden “keşke”leri yük ederiz ki?
Dün hurdaya çıktı, bugüne paha biçmeliyiz, yarınlarsa bir kumar. Ve bizler kumar oynayacak kadar zengin bir ömre sahip değiliz!
Hayatınızla kumar oynamayın. Sizin kazanamadığınız hayatları başkaları yaşamasın.