Soluksuz yürürken yolları ayaklarımın ve beynimin bağımsızlığıyla savaşıyorum yol boyu, aklım geçmişe dönmek istese de, ayaklarım gelecekle yüzleşmemi istiyor gibi kararlı atıyor adımlarını. Kafam kadar karışık çantamdan kabloları birbirine dolanmış kulaklığımı arıyordum ki, bineceğim otobüs önümden geçip giderken fark ettim hemen arkasından el sallayarak koşuyorum beni fark etsin diye. Sonunda durdu nefes nefese kalsam da binmiş olmanın mutluğu vardı yüzüm de. ”Bu kadar hevesli miydim gerçekten gerçeklerle yüzleşmeye?” kendime sorduğum bu soru canımı yakmıştı. İneceğim durağa geldiğimde kalabalığın içinden sıyrılarak hastanenin yolunu tuttum. Koridorlarının soğuk ve bakımsız yüzünü görmekten çekiniyor olsam da, ayaklarım o kapıdan girdi artık içeri. Koridorlar insan kaynıyor, oysa dışarıda herkes sağlıklı görünüyordu. Bu hastane bambaşka bir dünya, başka alem, içeri girip onlarla içli dışlı olunca anlıyor insan. ”Oysa” dedim kendi kendime, ”Hani hastane kokusunda duramazdın, hani doktorlardan korkardın, hani o hastaneye adım atman diyen kız?” gülümsedim. Öyle olmuyormuş işte, insan mecbur kalınca her zorluğa katlanıyor. İstese de istemese de omuzlarına verilen yükle yıkılmadan yürüyebiliyor, buna mecbur bırakılabiliyormuş. Sıra numarasını alıp oturdum boş bulduğum bir sandalyeye, doktorun kapısının üstündeki televizyondan adımın çıkmasını ve muayyene için içeri girmeyi bekliyorum. Yanımda yaşlı bir teyze ve oğlu oturuyor, aralarında konuşuyorlarken kulak misafiri oldum. ”İşim gücüm var anne ben bu kadar bekleyemem çok kişi var daha nasıl yapsak?” dedi. Teyze oğluna dönerek,
”Sen bekleme oğlum git, bitince ararım, gelip alırsın beni” dedi. Oğlu tek kelime etmeden yerinden kalkarak uzaklaştı oradan. Teyze ağlamaya başladı o sırada, tek kalmanın ağırlığında ezildiğini hissedince kendimi tutamadım, oğlunun arkasından gidip kapıdan çıkarken tutum kolundan.
”Bir dakika” dedim. Şaşkın ve kızarmış gözleriyle baktı yüzüme.
”Anneniz içeride ağlıyor, onu nasıl tek bırakırsınız. Yaşlı başlı kadın, nasıl bir vicdan bu, nasıl bir sorumsuzluk, ya doktor ona kötü bi..” diye devam edecektim ki kolunu sertçe elimden çekerek yüksek ses tonuyla,
”Sana ne! Sen kimsin? İçeride oturan benim annem, sana ne oluyor?” deyince buzlukta donmuş su gibi kas katı kesildim. Haklıydı, üstüme vazife değildi. Tek kelime bile etmeme izin vermeden kaçar adımla uzaklaştı. Elimdeki sıra numarasına takılı gözlerimle bekleme salonuna döndüm. Yaşlı kadın hala ağlıyordu, oğlunu döndüremediğim için kedime kızıyordum içimden. Ama belki de oğlunun çıkış yolu buydu kaçmak, ben kaçamadığım için mi onun da kaçmasını istemedim diye de kendimi sorguladım o sırada. ”Ben asla böyle olmayacağım, ne olursa olsun, sonuç ne çıkarsa çıksın” diye düşüncelerden geçerken dev televizyonda görünce sıramı doktorun odasına doğru adımlarımı attım. Adımlarım kendinden emindi, içim huzurlu huzursuzluk arası gel gitliyken girdim içeri.
”Hoş geldin kızım” dedi doktor.
Sesim pek de kendinden emin olamamakla birlikte, ”Hoş buldum hocam.”
”Otur lütfen, söyleyeceklerimi iyi dinle ama, pek iyi haberlerim yok.”
Doktorun bu söyledikleri bile yetmişti gözlerim için, yaşları dindirmeye mi çalışsam yoksa içimdeki huzursuzlukla mı boğuşsam, kendimi dışarı atmamak için mi dirensem bilemeden girdi söze doktor.
”Baban 4cü evre kanser kurtarılması çok zor tedavisi maliyetli..” diye devam ederken kalktım oturduğum yerden, sandalyeden. Dikenler batıyor gibi hissediyordum, şimdi ise ayaklarımın üzerinde gövdemi tutamıyordum. Kötü olduğumu görünce sustu doktor, sustu dünya, sustu dilim tek soru dahi soramadan çıktım odadan bende yaşlı teyzenin oğlu gibi kaçıyordum ne farkım kaldı şimdi ondan? Hiç.
İnsan bazen kaçar ya gerçeklerden, görmek, duymak, istemez. Ben de kaçtım, ama en fazla hastane bahçesine çıkabildim, derin bir nefes almak istedim, ama nefesim de ağır geldi bedenime.
Yükümün ağırlığı omuzlarımı aşağı çekiyordu, dizlerimi kırıp, çaresizlik ele geçirmek istiyordu. Öyle de oldu, yenilen ben oldum.
Babama kızdım, sonra doktora, kendime, yaradana, hayata, her şeye kızdım. Böyle olmamalıydı hayalimde bu acı sahne yoktu. ”Neyle sınıyorsun beni Allah’ım” diye bağırmak istedim, ama yapamadım. İçimde patladı ses parçacıkları, bütün bedenimi paramparça etti. Yaralı şekilde kalktım diz çöktüğüm buz gibi kaldırımdan. İçimde unutulmaya yüz tutmuş gücümü toplamaya çalıştım, ne kadar topladığımı veya toplayamadığımı bilmiyorum. İnsanların garip bakışlarını umursamadan yürüyorum evime. Hani kötü bir şey yaşarsın da kendini toplamak için, bütün kötülüklerden arınmak için her şeyi dışarda bırakıp evinin kapısını kapatıp huzur bulursun ya, onu yapmak için gidiyordum evime, ama bu sefer başkaydı, bu sefer evimin içine düşmüştü ateş. Bütün çatıyı sarmış, bütün ailemi içine almıştı, kurtuluşumuz yoktu. Çocukluğum durdu gözümün önünde, babamın küçük, nazlı kızıyken her şey ne kadar da toz pembeymiş. O küçük kızın derdi kendisi gibi küçükmüş. Yeni oyuncak için ağlamalarım ne yavanmış, annemin arkadaşlarımın yanına göndermediğinde ondan nefret etmen ne acımazsızmış. İstemediğim bir şey olunca ağlayıp, inat edip istediğim şeyi yaptırana kadar onları bezdirmem ne saçmaymış.
Parka babamın omzunda gidemediğim gün büyüdüğümü düşünmüştüm, oysa ben hep o küçük kızmışım. Hayat lunapark değilmiş, bugün büyüdüğümde anladım.