Nagehan, banka kuyruğuna girmemek için biraz uğraşsa da o işlem için özellikle bankaya gitmesi gerekiyordu. Banka işlerini sevmese de mecburen adımını attı içeriye ve 92 yazan sıra numarasını alıp boş bir koltuk aramaya koyuldu.
Dıt sesiyle genç bir çocuk kalktı ayağa ve onun kalktığı yere oturdu. Nagehan, pek sevmezdi önceden bu bekleme işlerini. Lise dönemindeki hocasının “Gençler, beklemeye kendinizi alıştırın, zira hayatınızın çoğu beklemekle geçecek. Öyle of puf demeden o anı verimli hale getirmeye bakın.” sözü kulağına küpe olmasaydı… Nagehan da böyle zamanlar için çantasında mutlaka bir kitap veya bulmaca bulunduruyordu. Hocası haklıydı, beklemek hayatın içindendi, hayatın kendisiydi. Yemek, içmek, uyumak kadar doğaldı. Yüklediğin anlama göreydi tabii ki beklemeye verdiğin tepkiler de.
Beş dakika daha az beklemek için tartışanlar, trafikte sorun yaşayanlar, birbirinin sırasını almak için fırsat kollayanlar…
Bir de pozitif bekleyenler vardı. Sabırla, o anı kendine eziyet haline getirmeden bekleyenler… Onların beklemesi, toprağın altındaki kömürü elmas haline getiren bir bekleme haliydi. Bu bekleme, dokuz ay bekleyip anne karnından dünyaya merhaba demek gibi bir bekleyişti. İlkbahar için karların erimesini beklemek, suladığın bir çiçeğin açmasına tanık olmak için beklemek, girilen bir ortamda güler yüz beklemek, bir dosttan sıcacık bir kahve beklemek gibi pozitif bekleyişlerdi.
Nagehan, derin bir nefes aldı. “İyi ki,” dedi, “böyle bir bekleyişi tercih etmişim. İyi ki beni tüketen değil de var eden bir bekleyişi…” Beklemek, sabırla olgunlaşma, bir önceki hamlık halinden kurtulmaydı onun için. Beklerken anı yaşayıp hissettiğini düşündü.
Küçük bir kız çocuğu iken büyümeyi beklemişti. Biri tarafından sevilme duygusunu öyle merak ediyordu ki; birinin onu sevmesini beklemişti. Kalbi biri için ilk kez çarptığında, midesinde uçan kelebeklerle ilk buluşmayı beklemişti. Bir türlü açıklanmayan sınav sonucunu beklemişti heyecanla. Meslekte ilk gününü beklemişti tatlı bir gururla. Sevdiğinden evlilik teklifi beklemişti. Aynanın karşısına geçip elini karnına koyup yavrucuğuna kavuşmayı beklemişti. “Hepsi birbirinden harika, ne güzel bekleyişlerim olmuş.” dedi, gözleri kolundaki yara izinde kalırken.
Sahi, ne zaman olmuştu? Ortaokulda yaşadığı bisiklet kazasını hatırladı. O yaranın iyileşmesini beklemişti; kabuğunu koparmamak için zor sabrettiği o döneme gitti. Anne babasının kavgasının bitmesini beklediği zamanlar da vardı. Sonra, babasının ameliyatında hastane bekleyişleri geldi aklına. Kanser olan teyzesinin ameliyatında, ölümle kalım arasında bir bekleyişi de vardı, sonu mutlu haberle biten… O an bir daha anladı: Beklemek, hayatın içindendi, hayatın kendisiydi.
Sanki hayatın kendisi değilmiş gibi onu yaşamamayı, yok saymayı dileyenleri görüyordu etrafında. Ama “Yok sayamazsınız.” demek isterdi hepsine. Beklemek; sabırdır, hayattır, umuttur, vazgeçmeyiştir, “Ya olursadır, ya gelirsedir.” İnsanı diri tutan bir güçtür, anlayana…
“Ah! Sinan Hocam, iyi ki söylemişsin bize o sözleri.” dedi. “Sahi, Sinan Hoca ne yapıyordur şimdi? Arasam hatırlar mı beni?” derken dıt sesinden sonra 92 numara yazdı ekranda.
Beklemek, beklediğini unuttuğunda da güzel diye düşünerek ayağa kalktı.