Gerçek, insanın ellerinde mayalanan bir olgudan öte nedir sizce? İnsan kendi gerçeğini kendi eliyle oluşturur. Buna ne kadar katılıyorsunuz? Bir yalanla karşılaştığınızda gerçeğiniz nasıl bir boyut kazanır ve neye evrilir? Sizce gerçek bir dünya düzleminde neden herkes kendi gerçeğini aramak ve bulmak zorunda olduğunu düşünür? Bu mecburiyete neden ayakları saplanır da kendini bir çukurun içinde çamurla debelenirken bulur? İnsanlara ve dünyanın gerçeğine uydukça insan kendi gerçeğinden kopar mı sizce?
Mecburiyetlerin ördüğü bir gerçek duvarıyla çizilen hayat portresi içinde insan kimliksizleşerek var olmayı ne kadar sürdürebilir? Kimlik sizce seçilebilir mi yoksa görevlerin görüntüsünü üzerimizde bir kimlik sıkışması mı taşırız? Her farklı görevde veya alanda hayatta var olan her alanın içine girdiğimizde farklı bir tarafımızı keşfetmemiz bizim birden fazla aynamızın var olabileceğini ve hatta bizim de bir ayna hüviyetinde olduğumuzu bize göstermez mi?
Ama biz aynalar şehrinde diğer aynalara kaçarak gerçeğe toslarız ve hatta bütün suçu sadece gerçeğe yıkarız. Oysa kendini bulmuş bir insanın diğer aynada gördükleri ne kadar onu kendi gerçeğinden ve asıl yaşamdan alıkoyabilir ki? Bizim en büyük mecburiyetimiz kendimiz olduğunu varsayarsak neyden veya kimden kaçarak bu hayatı yaşamaya devam ediyoruz?
Evren boyut boyut bir film sahnesi gibidir. Sonsuzluğa doğru kaçan insanın kendini fark ettiği an ne kadar boşa yorulduğunu anladığı andan başka bir an değildir.
Biz dünyayı bizim yaşadığımız gerçekler örüntüsünde tanımlasak da gerçek dediğimiz tanımlardan fazlası ve bilinenlerden farklısıdır.
O toz bulutu karıştığı günden beri kendi sihir tozundan bize de saçar. Yani biz de bir büyülü sihir tozunun içinde varlığımızı devam ettirme şansı buluruz. Ancak insan düşüncesinin yanılgısı içinde zihninin ellerinde bir pinokyo gibi olduğunda tüm gerçeği bir yalan boyasına boyanarak kendinden feragat eder.
Bu noktada ise düşüncelerimizin intiharı sizi bu dünyada yaşayan bir ölüye döndürmeye azmetmiş gibidir. Oysa insana irade gibi bir güç verilmişken yine o iradenin katmanlarını çözerek tüm mecburiyet aynalarını kırdığında kendisi bir yansımaya dönüşmez mi sizce?
Ancak bunların düzeni insana bir oyun gibi gelmeye başladığında, düşüncenin iplerini yeniden eline alamadığında kendini kurulu düzenlerin oyununda bulur.
Fark ettiği gerçek kendisinin öğrendiği gerçekten çok farklı olduğunda haksızlık ve adaletsizliğin içinde insanlarla dolu hayatı takıntılı zihinlerle çözmeye çalışırız. İnsanlardan veya hayattaki gerçeğinden kaçtığını düşündüğümüzde ise karşılaştığınız sadece büyük bir akıl hapishanesi olur. Öylesine düşünürken buluruz ki kendimizi tüm gerçekler yalan yalanlar gerçeğimiz haline gelir.
Tüm insanlar bu derin sorgulayışın ellerinde düşüncesiz bir caniye döndüğünde ise evrende bir nokta halinde dünyada kaybolur. Evren boyutlarını bize açmış bir okyanus gibidir. Derinliğine daldıkça genişliğinde boğulmayı göze alırız.
Oysa insan doğrulanmaya ihtiyaç duymaktadır. Peki bu öğretiyi ne zaman zihnimize kazımaya başlarız? İnsanlara hayata ve hatta kendinize güvenmeniz için bir onaya ihtiyacınız olduğunu size kim öğretti? Sayın okur yaşamak öğrendiklerimizi nakış nakış hayat tablosuna işlemekten ibaret olamaz mı?
Bir düşünün siz neleri öğrenerek hayatta ilerliyorsunuz? Öğrendiklerinizin hepsini kendinizin seçerek öğrendiğinizi savunabilir misiniz? Biz kimi zaman kendimiz seçerek hayatı öğrenirken kimi zaman da birçok şeyi mecburen öğrenmek zorunda kalıyoruz. Zihnimizi görünmez sınır çizgileriyle bir mecburiyete gömdüğümüzde hayatımızı bir zihin odacığına hapsediyoruz.
Özgür bir ruhu hapsettiğinizde ise etrafınızda sinekler belirmeye başlar. Bu, fikirlerinizin karanlıkta körlüğe gömülmesi gibidir. Vesveselerin ortasında kaldıkça olmayan şeyleri kuruntuyla düşünür, kısa soluklara karışan nefeslerimiz ile göğsümüz sıkışmaya başlar. Evhamların çukuruna sürükleniriz. Biz kendimizi toplumdan uzaklaştırdıkça düşüncenin saldırı okları altında hayatın ortasında donakalırız.
Sizce hayattan neler öğrendiniz? Kaç yalanla savaşıp kaç gerçeğin peşine düştünüz? Size bu dünyayı öğreten kişiler nasıl öğrettiler?
Zihin kodlarını güvensizlik ve belirsizlik üzerine oluşturan kişi dünyayı nasıl algılar? Gördüklerinin gerçek mi yoksa bir algıdan mı ibaret olduğunu nasıl ayırt edebilir?
Dünya sizden zihninizden ve hatta yanınızdakilerden bildiklerinizden çok daha büyüktür. Tanımlardan fazlası düşüncelerinizden farklısıdır.
Evren, boyutlarını bize açmış bir okyanus gibidir. Derinliğine indikçe genişliğinde boğulmaya doğru ilerleyebiliriz. Ama aynı zamanda derinlik size boyutsuzluğu vereceği için boğulmadan o genişliği tecrübe etmeyi de seçebiliriz. Ancak seçme yetimizi sınırlandıran bir düşünce kalıbına çarpmanız oldukça muhtemeldir. Çünkü biz dünyaya geldiğimiz aile ve çevre üzerine tüm bu kavramları ve tanımları öğrenmeye başlarız. İnsan sizce ailesinin ve çevresinin onu yetiştirdiğinden ne kadar aykırı hareket edebilir ya da aykırı hareket etmesi onu istediği sonuca ne kadar ulaştırır?
Bu öğrendiğimiz kavramlardan Yalan, şüphe, doğru, gerçek ve güven kavramlarını nasıl açıklayabiliriz? Temeli güven olan bir ailenin yetiştirdiği insan ile güvensizlik temelli yaşayan insanın hayatta varlığı hangi istikamet üzere çizilir?
Böyle düşündüğümüzde insanın kendini yetiştirmesi ve hür iradesinin de bir söz hakkı oluyor. Ailemizden öğrendiğimiz bilgilerimizi ancak ve ancak eğitimin ışığı ile değiştirebilir güncelleyebilir veya derinleştirebiliriz. Dünyada sayısız bilgi ve onunla örüntülenmiş ilimler mevcuttur. Biz merakımızın peşinden gittikçe sorgulamayı doğru yönlendirdiğimizde vardığımız yargılar bizi gerçeğin izinde bir yolculuğa çıkarır…
Şüpheye mahal vermek belirsizliğin yargıya tutunma çabasında bizi derin bir sorgulamaya ve onun sonucunda ise yalnızlığa savurur.
Şüpheleri gerçek kılan yalanlarla örtülü eğitimsiz kişilerin çevresinde kalmaya devam edersek de kendi sesimizi duymamaya başlarız. İrademiz ve imkânlarımız unutturulur, kendimize yabancı bir şekilde hayatta yaşamaya başlarız. Oysa şimdi söyle sayın okuyucu;
‘‘Hayatının İpleri Kimin Elinde?’’