Tarih, huzur, umut, keyif, hüzün ve kahır ile harmanlanmış hercümerç şehir İstanbul.
İstanbul, bizi okumuş, dokumuş ve düşürmüş ağına. Avlanmışız, bağlanmışız İstanbul’a. Bizim onu sevdiğimiz gibi, İstanbul da sever mi bizi? Belki de sevdiğinden bağrından söküp atamaz sevdiklerini.
Çileli, lakin yine de kuvvetli; yorgun, lakin yine de kudretli; kahırlı, lakin yine de şefkatli bir ana gibi İstanbul. Farklı karakterde, niyette, isimde, cisimde, birçok canı içinde barındıran, horlansa ve örselense dahi bağrından koparıp atamayan bir “hatun anne” gibi İstanbul.
Her karış toprağında ayrı hikâye, her adımda farklı bir anlam, her köşesinde ayrı tat ve ayrı tını. Orhan Veli’nin dediği gibi, İstanbul’u anlamak için, belki de dinlemeli gözlerimizi âleme kapatıp. Bazen de kaçamak bakışlar atmalı, koklamalı İstanbul’u.
İstanbul sevilmez mi hiç? Severiz, hem de nasıl severiz! Mecnun’un Leyla’ya yangını gibi severiz. Ferhat’ın Şirin’e meftun olup, dağları delecek kadar meczuplaşması gibi severiz. Kerem’in Aslı’ya ram olması gibi, Tahir ile Zühre’nin onulmaz yaresi gibi, Züleyha’nın her şeye “rağmen” sevdası gibi severiz İstanbul’u.
Bir sünger avcısının, vurgun yiyeceğini bile bile, denizin derinliklerine dalıvermesi gibi, İstanbul’un derinliklerinde kaybolma ihtimalini bile bile severiz. İstanbul’a ne çok şiirler yazılmış ne hoş besteler yapılmış olsa dahi, her gönlün sevdası farklı, her İstanbul aşığının bakışı, sözü başkadır. Bizim de yazmak istediğimiz çok şeyler vardır; bu birkaç sayfaya sığar mı? Elbette imkânsız. O vakit bizde iz bırakanları yazmalıyız. Sıralamaksızın, yer, tarih, mekân kalıntılarını, turistik rehber havalarında afili cümleler kurmadan yazmalıyız; içimizden geldiği gibi yazmalıyız. Tatlı bir bahar meltemi gibi, aklımıza estiği gibi, özgürce ve sahici bir şeyler yazmalıyız.
Bebek semti gelir aklımıza ilkin. Öyle ya, bebek olmadan büyünmez asla. İsmi nereden gelir bilmeyiz, araştırmadık da sadece ismine istinaden severiz belki de ve bir de deniz olduğu için Bebek’te. Sonra Taksim’i düşünürüz. Evet, nereden nereye… Taksim, canlı, vızır vızır, insan yumağı. İstiklal Caddesi’nde, Aşık Veysel’in dediği gibi, uzun ince bir yolda yürürsünüz. Yol boyu vitrinlere bakar, kiliseye şöyle bir uzaktan göz atar, yanınızdan geçenlerin Müslüman olup olmadıklarını sorgular ve yırtık pırtık pantolonlara, hippi insanlara gözünüz alışmasa da yürüyüp gidersiniz. Yıllar olmuştur gitmediğimiz. Muammer Karaca Tiyatrosu’nda çocuk oyunlarına giderdik, aynı sıralarda ayrı dünyaların insanları ile aynı oyunları seyrederdik. Çünkü aslında hepimiz İstanbul’un, hatta ülkemizin evlatları, dahası dünyanın misafirleriydik.
Beyoğlu; babamla ilk lokantaya gidişim gelir aklıma. Beyoğlu’nda bir köhne sokakta, çocuk bakışıyla büyük, büyük bakışıyla mini esnaf lokantasındayız rahmetli babamla. Utanmış ve aç kalkmıştım bir masadan, belki de ilk defa. Babamla ilk baş başa yemek yiyebileceğimiz, o ilk kaçamağımızdı oysa. Alışkın değildik, insanların içinde yemek yemek tuhaf gelmişti. Babam, “Yemeğini neden yemiyorsun?” diye, tatlı sert sormuştu, kalın ve İstanbul gibi karışık kaşlarının altından bakan deniz gözleri ile bakarak, sevgi dolu bir çıkışma ile. Yalan atmıştım tabii ki 8 yaşındaki hemen her çocuk gibi, “Annem daha güzel yemek yapıyor, bu pilav ne biçim.” Bir yaştan ve bir vakitten sonra, söz anne babaya gelir illa ki, hele bir de artık yanında yoksa.
Şişli; Osmanbey ve civarındaki burjuva yaşam ve sosyetik oluş, az aşağılara indiğinizde, varoş masumiyeti ve samimi komşuluklar ile iç içe kaynaşmış mahalle ve sokaklara dönüşüverir. Hâlâ kapılara, balkonlara gerilen iplere asılan çamaşırların olduğu sokaklara. Rengarenk giyinmiş kadınlar, sokaklarda her vakit dans etmeye hazır kız çocukları, caddeyi trafiğe kapatacak kadar gözü kara Romanların yaşadığı çingene mahalleleri vardır. Yaz akşamlarının bitmez eğlenceleri, her akşam sokakta verilen mini konserler ve olaylı düğünleri. Çiçek satarak geçinmeye çalışan delikanlılar, kahvehanelerin daimî nöbetçiliğini yapan Romanlar. “Çingeneler Zamanı” filmindeki gibi, sizin bizim sefalet gördüğünüz yaşamları, kuş kafesi kadar evleri, esmer tenli göçebeler için mutlu yaşamların adresidir.
İstanbul’un kıyıda köşede kalmış semtlerinde, sıcak kanlı Türk insanı tarifine uyan, azıcık aşım, ağrısız başım diye Rabbe razı insanların yaşadığı semtlerde, Ramazan ayında oruç tutmasa bile, komşusunun gözünün önünde yemek yemeyen varoş sakinleri.
Anne bağrı gibi sıcak, her bir kerpici, tuğlası yaslanası, eski taş yapı sur duvarlarının, kalıntı olmasına rağmen, tarihe saygı duruşuna çağıran ağırlığı vardır. Nice sultana ev sahipliği yapmış Topkapı Sarayı, mahzun, kırgın, ata yadigarı Ayasofya, gezip görmekle sonu gelmez saraylar, köşkler, yatırlar… İstanbul şehir mi ki? İstanbul bir ülke kadar kocaman.
Unkapanı denilince; muhteşem mimari yapısı ile Mimar Sinan ustadan hatıra su kemerleri gelir aklıma. İstanbul’un susuz günlerinde bu kemerler, anne sütü gibi, can vermiş İstanbul’a.
Vefa; sadece bir semt adı değil, anne kucağı kadar sıcak, taze kavrulmuş leblebi gibi. Bozası değil sadece, insanı da gönül doldurur bardak bardak. Edirnekapı Şehitliği, tüyler ürperten bir sızı salar gönüllere. Orada otursam, belki de dayanmazdı yüreğim, her gün o kabirleri görmeye.
Fatih’te bizi çeken bir şeyler olmuştur her zaman. Sultanahmet Camii’nin efsanevi ağırlığı, ara sokaklardaki eski mahalle kardeşliği, kutu gibi evler, Beyazıt Kütüphaneleri, Sahaflar Çarşısı, tarihi dokusu ve kokusu ile günü keyifle geçireceğiniz; acıkınca da Sultanahmet köftesi yiyebileceğiniz, üzerine Ağa Kapısı’nın şahane manzarasında bir demli çay ya da kahve içeceğiniz bir semttir Fatih, adı üzerinde fetheder insanı.
Sultanahmet, bir kavrar ki, dönesi gelmez insan bir kez gitti mi, az daha biraz daha kalıp o mistik havayı bir güzel koklamalı. Nelere şahittir, neler görmüştür, düşünmeden edemem, ihtişamlı abide Süleymaniye Camisi’ni. Pazar günleri Cevat Akşit Hoca’nın tatlı üslubu ile verdiği derslere giderdik. Pazar günlerini iple çekerdik. Çocukların, caminin bir köşesinde uyumasını seyreder, anne babaların muazzam derse iştiyak ile iştirakına imrenirdik.
Sonra Eyüp gelir aklımıza, bir gelir pir gelir. Eyyûb el Ensari’nin mekan-ı şerefiyyesi, bir sultanın dergahı mı sadece? Öylesine dolarsınız ki, Eyüp ile bir dahaki buluşmaya kadar dönerken evinize, çocuk gibi ardınıza tekrar tekrar dönüp bakarsınız. Sabah namazında ferahlarsınız, sıla-i rahim yapmış gibi, huzur ile donanırsınız baştan tırnağa kadar.
Cami çıkışında, ayaküstü alınan simitleri çevrende dolaşan güvercinlerle paylaşırsınız. Çarşısını gezer, tesbih, tülbent, şeker, havlu alır, konuya komşuya hediyeler alırsınız. Hicaz provası gibi gelir de size, bir sevaplık iş gibi kendinizle gurur duyarsınız. Öyle ya… İstanbul’un trafiğine rağmen, sabah namazında yapılan bir ziyaret, kuş gibi hafifletir, yeniden yeşertir düşlerinizi. Eyüp’e giden eli boş gelmez, tıpkı ağzı dualı bir ana gibi, Eyüp ve anılar sahiplenir sizi.
Eminönü; büyüklerin çocuk bahçesi, Mısır Çarşısı, envaı çeşit çeşni, çıfıt çaput, basma, fistan, terlik, pabuç, havlu, takı, toka, sandık, bohça, incik boncuk ne ararsan bulursun Mısır Çarşısı’nda. Eminönü, bir çocuğun düş bahçesi kalbi gibidir. Bir kap yem alıp yaşlı teyzeden, güvercinleri beslerken, badi badi koşuşan, kısa kısa uçuşan güvercinler gibi olasınız gelir. Deniz kenarında balık ekmek sefası da kısa günün karı, bir küçük atıştırmalık kaçamaktır.
İstanbul bazen de adam gibidir. Yeditepeli İstanbul, içinde yedi yürek atışı olan bir adam gibi. Öyle sahiplenir, öyle güç verir ki, sırtınızı yaslarsınız ve ‘’Daha da ölümden gayrısı bana dokunmaz’’ dersiniz. Güvendesinizdir, bir büyük hengamede kaybolma riskini düşünmezsiniz. Çamlıca’ya çıkar, İstanbul’a yukardan bakarsınız. Öyle büyür ki İstanbul gözünde, baba gibi, ağabey gibi, kardeş gibi, eş gibi, oğul gibi. Güvenmek ve özünde çocuk kadar saf ve masum, görünüşte adam gibi adamdır bazı kereler İstanbul, size yakın olduğu kadar uzak, uzak sanıldığı kadar yanı başınızdadır.
Beykoz gelir, Aziz Mahmut Hüdayi tekkesi ve dervişhanesinde bir soluk, bir tuhaf sıyrılış, dünyadan kopuş yaşarsınız adeta. Bir metrekarelik rabıta ve ders odalarında, yalnızlığın tadını çıkarırsınız. Aslında amaç yalnız kalmak değildir. Yalnızlığınızdan istifade, Rabbe iltica etmektir. Sonra Kız Kulesi’yle uzaktan bir bakışma ve derinden bir dertleşme yaşarsınız. Yalnızlığının ve huzurunun kalmayışından dert yanar Kız Kulesi. Yalılarda ve Kız Kulesi’nde gezinen ayak izleri.
Beykoz; peygamber mekânı, Yuşa Tepesi. Bir mürşit gibi öğretir, bakışı, duruşu, derlenişi, toparlanışı. Mevla ile sohbeti, velilerin kelamını dinler gibi dinlersiniz Yuşa Tepesi’ni. Köyleri vardır Beykoz’un, Colomb gibi meraklı kaşifler tarafından keşfedilmemiş. Bir yanda ufak şirin köy evleri, bir yanda deniz, İstanbul il sınırları içinde olduğuna inanamazsınız.
Beylerbeyi bir başka letafette durur öyle asil. Eski İstanbul alicenap efendileri gelir aklınıza. Senaryolar canlanır gözünüzde: ‘‘Buyurunuz efendim, lütfen rica edeceğim… Aman efendim, istirham ediyorum, zat-ı aliniz kabul buyurunuz, çaylar bizim ikramımızdır.’’ Kanlıca’da nefis manzara ve tatlı muhabbetler eşliğinde yenilen, nefis Kanlıca yoğurdu. Bitmez hazine, anlatmaya ömür yetmez hikayeleri vardır şehirlerin sultanı İstanbul’un her bir köşesinde.
Belki de… evet belki de genç bir kadındır İstanbul. Nazlı edalı bir hanımefendi. İstinye’den kıvrım kıvrım gidilen sahil boyu yollar gibi anlık kıvranışlar yaşayan, Sarıyer gibi ahenkli, Yeniköy gibi huzurlu, Emirgan gibi keyifli, laleli, sümbüllü, güllü, dikenli… Kadın nasılsa öyle işte.
Rumeli Kavağı ve Rumeli Feneri’ni anmadan olmaz. Sarıyer’i epeyce bir geçersiniz. Yolda durup müsait bir yerde, mutlaka denizi seyredersiniz. Yol uzar, sabırsızlanırsınız, ama değeceğini bilirsiniz. Bir köye varırsınız, adı Garipçe, minicik sahil köyü. Kimsecikler tanımaz sizi ve kimseciklere meram anlatma derdiniz yoktur. Köyün sonunda, denizle buluşacağınızı bilir, heyecana kapılırsınız. Gizli hazine bekler, o hazine oradadır ve daha önce neden bunu keşfetmedim diye bir duygu belirir içinizde. Ümit Yaşar’ın şiirindeki gibi: ‘‘Düşün, sen dünyaya geleli beri kaç yıl olmuş, düşün ne çok özlemişim seni’’ deyiverirsiniz.
Denize karşı, çayınızı yudumlar, belki çekirdek çitler, acıkınca, balıkçıların tuttuğu tazecik balıklardan tadar, köylü kadınların açtığı el açımı baklavalardan nasiplenirsiniz. Lakin ille de mutlaka, bolca deniz doldurursunuz ciğerlerinize. Köşede kıyıya yanaşmış balıkçı kayıkları gibi dinlenmeye bırakırsınız gönlünüzü, şahane çay gibi demlendirirsiniz ruhunuzu. Okyanusta saklı bir inci gibidir, kadın İstanbul gibi, kıymetini bilene yüzünü gösterir ki öyle de olmalıdır.
Hüzünlü bir kadındır bazen İstanbul, gece çöktü mü, kara bulutlar kapladı mı göğü, eli ayağı tutmaz olur zaman zaman. Boğaz Köprüsü gibi iki yakayı bir araya getirmeye çabalaması ile gücü, ışıl ışıl ve süslü duruşu ile her an bir gezme havasında, kadın gibi. Yeni gelin gibi, nazenin bir hanım kız gibi, ağırbaşlı hani derler ya, Osmanlı kadını gibi güçlü iradeli dirayetlidir İstanbul.
Yağmur yağar ya İstanbul’da her şey karışır, trafik durur. Ama biz seviniriz her bir yağmur damlasına. Çünkü ağlamak, bir İstanbul’a bir de kadına yaraşır. Trafiğinin karışıklığı, İstanbul’dan koparmadığı gibi hakiki İstanbul sevdalısını, karmaşık, çözülmez umman olan kadını da, her şeye rağmen vazgeçilmezdir, İstanbul gibi.
İstanbul, şiirdir, çocukluğumuz, sevdiğimiz, gidenlerimiz ve geride kalanlarımızdır. Doğduğumuz şehirdir ve çok şükür doyduğumuz. Pierre Loti Tepesi’nde, derin derin düşünüp, adacıkları sayarken, deniz ve karanın birleşiminden doğan göz yanılmaları ile bir olup, hayaller kurarız. Yazarız yazarız yazarız…
Adalarda faytonla gezinip, hayran hayran seyr-i alem ederken İstanbul’a olan sevdamızı düşünür, yaşar ve yazarız.
İstanbul… İstanbul’um; bizi doğurmuş, bizi okumuş, bizi dokumuş ve düşürmüş ağına.
Ey güzeller güzeli, ey ilhamlarımızın mübarek evi, ey Muhammed (s.a.v.)’in müjdelediği…
EFSANE, GÜL DANE, ŞAHANE, CAN PARE, ŞEVK HANE ŞEHİR İSTANBUL.
Şiirimiz, şarkımız, sözümüz, nazımız, niyazımız.
Olduğumuz şehir İSTANBUL, öldüğümüz vakit de bizi bırakma.