Cahil iken bir bedende neler istedik, arif olduk aynı bedende nelerden geçtik?
Her şey aslıyla gelir dünyaya, sadece insan aslını bulmak için doğar. Her şey yerli yerindedir, bir tek insan yol gider. Her şey var olmuştur, yok olmayı bekler, bir tek insan eksiktir, var olmak için bekler…
Düşünün tüm canlı ve cansız varlıkları. Hangisi zamanla başka anlamlara bürünür. Taşın fıtratı ne kadar değişebilir ya da martılar ne kadar özellik katabilir kendine. Hangi gül koku vermekten vazgeçer, hangi toprak yağmurdan sonra güzel kokmaz, hangi bulut yağmur taşımaz…
Her şey yaratıldığı ilk günün ardından, ölümünün anına kadar aynı vasfı taşır. Mesele her doğan canlı besin arar ilk günden, ta ki ölümüne kadar. Başka bir şey yapmasına gerek yoktur. Yavru bir köpek ile yaşlı bir köpeğin tüm istek ve arzuları hemen hemen aynıdır. İkisi de karın tokluğu için uğraşır. İkisinde de makam, mevki veya başka bir istek yoktur.
Hiçbir şahin kim daha hızlı uçtu diye araştırma yapmaz, ya da bir kartal sormaz kim daha yükseklerde uçar diye. Hele bir taş veya bir altın, ne biri daha pahalıyım diye övünür ne de biri daha ağırım diye…
Peki ya insan?
“Sus Küçüğüm, Söz Büyüğün” der bizim atalarımız. Çünkü küçük olmak için uğraşır, büyük olmuştur, oldurmak için nasihat eder. Ama bunu çok sonra fark ederiz.
Ne kadar çok uğraşırız makam, mevki, güç sahibi olmak için. Aslında sadece hakiki manada, kendimizi tam anlamıyla bilmemiz gerektiğini, içimizdeki huzursuzluğu yine kendimiz için gidermeye çalışmayı ve mutluluğu sadece kendi adımıza gönül huzuruyla bulmayı, çok sonradan anlarız. Öyle çok sonradan ki, iş işten çoktan geçmiştir.
Dönün ve bakın en tepesinden hayatın, geçmişinize. Ya da alın aklınızı, önüne atın yaşamış ama yaşlanmamış bir akıl sahibine. Sorun birer birer sorularınızı;
Kaç araba memnun edebilir bir insanı?
Ya da hangi makam?
Kaç evi olsa ısınır insan?
Kaç dönüm toprak doyurur midesini?
Hangi koltuğa otursan da başın göğe erer, ya da dağlar kadar ağırlığı olur?
Olur da bir yerde biterse sorularınız, şunları sorun sonra;
Gösterdiği kaç merhamet onu huzursuz etti, insanların hayatını değiştiren kararlar karşısında?
Doya doya gülmek mi, işi gereği robota dönmek mi hayatı daha yaşanılır kılar?
Her insanla oturmak mı, makamlarda hapis kalmak mı?
Birileri ne der diye susmak mı, her yerde adaleti konuşmak mı adam eder insanı?
Sorun o akil insana;
Yeniden dünyaya gelse, yeniden bir ömür verilse, kaç gülüşünden vazgeçer. Hızlıca geçtiği güzel manzaralardan, kaç soluk durup dinlenmek ister. Herkesin gönül verdiği, iyi bildiği, göz önünde olduğu o yüksek koltuklarda ne kadar oturmak ister. Sorun o akil insana?
Zamanın bizi getirdiği nokta, sürekli bir yerlerde olma ve kendimizi kanıtlama isteği. Bu uğurda da gösterdiğimiz çabalar, bizi en güzel zaman ve yaşanılır duygulardan eksik bırakmakta.
Yaşantımız için bir şeyler okumayı, hayatın idamesi için bir meslek edinmeyi dahi, sistemin getirdiği zoraki kurallar dahilinde olmaktadır. Öyle bir hal almış ki, bilincimiz dahilinde çok az şeyler okuyor, bizim başarımıza göre olan meslek dalları ile çok az ilgileniyoruz.
Mutluluğun ve huzurun çok parada, gücün ise torpilin çok olacağı yerde arıyoruz. Bazen o kadar kendimizi kaybediyoruz ki, o kadar özümüzden geçiyoruz ki, asıl hak eden insanların önüne birkaç adım öteye torpillerle geçip, onların hak ettiği hem yaşantıya, hem de bizi daha iyi yaşatacak hayatlara kendi elimizle engel oluyoruz. Oysa kendimizi onlara bıraksak, hem dize daha iyi hayatlar sunacaklar, hem de kendilerine.
Vicdanını kaybetmemiş, aklını hala başında tutan, merhametin kalp atışlarını yüreğinde hisseden, yaşını almış bir saçı sakalı kendisine ölümü sıcak gösteren ihtiyara sorarsanız öğüdünüz insanlığa nedir diye, yaşı yolun yarısını geçmiş bana göre muhtemelen şunlar olacaktır.
- Koşmak isteyene engel olmazdım.
- Düşenin elinden tutardım.
- Sevenleri kavuştururdum.
- O kadar çok biriktirmezdim rızık korkusunu.
- Dünün stresini yeni güne taşımazdım.
- Aklımı başka yerlerde bırakmazdım.
- Sevmek için sınır koymazdım.
- Korkmazdım kayıplardan. Ruhumuzu kaybedeceğimiz bir dünyanın, neyinden korkardım ki?
- Ekmek korkusundan dolayı hakkı gizlemezdim.
- Başkasının başarımı övmesinden sevinmezdim.
- Yere düştüm diye utanmazdım.
- Şerefli bir kirden, alın terinden, yırtık çoraptan gocunmazdım.
- Kısaca, gönlüm, aklım, merhametim, vicdanım her neyi istese onu yapardım.
- Ve sadece, adalete sığınırdım…
Evet, yazının başında şunları söyledim. İnsan arar, çünkü tam değildir. Diğer tüm canlılar, olması gerektiği kadar tamdır. Peki insan nasıl olmalı derseniz;
İnsan her ne kadar aklın bilmesi gerektiği konular karşısında cahil olsa da, ruhunun bilmesi gerektiği konularda da ustadır. Bu vasıflar şunlardır ki; vicdan ve merhamet.
Herkes ilmi kadar alim olabilir ama, vicdan ve merhameti kadar insandır. İlim, korku ve endişe barındırırsa, vicdan ve merhamet açığa çıkmaz. Sonuçta insan da eksik olur, insanlık da.
Şimdi herkes sorsun kendisine; kaç heves yüzünden, kaç yaşantımızdan olduk?
Saygılarımla…