Kimi hikayeler rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi sürükler insanı. Sonunu düşünemezsiniz. Rüzgar sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. Bu gidişlere, yüreğiniz de mantığınız da bir rota çizemez.
Bir anaforun içinde çırpınmak gibidir hikayelerle savaşınız. Çalışırsınız, çabalarsınız yine de kendinizi kıyıya çekip alamazsınız. Dahası sizi kurtarmak isteyen insanları da peşinizden sürüklersiniz.
İşte en çok böyle hikayeler acıtır insanın içini. Çünkü kurgusunu siz yapmamışsınızdır. Önünüze konulan ve tadını tuzunu düşünmeden yemeniz gereken bir yemek gibidir bunlar. En derin yaranın izi bu hikayelerin kalbinize attığı imzalardır.
Bazen hayatınızdaki bütün hikayeleri bir çoban ateşinde yakıp küllerini rastgele savurmak istersiniz gökyüzüne doğru. Çünkü bu hikayeler, hayallerinize bir örümcek ağı gibi sarmış, düşünce sandığınıza pastı bir kilit vurmuştur.
O hikayelerin çoğu sırtınıza vurulmuş gereksiz ayrıntılardır. Sadece size ağırlık veren, başka hiçbir şey kazandırmayan bir yüktür hepsi.
Belki de sadece kendi hikayelerinizin kanatlarını kuşanıp süzülmelisiniz okyanusların üzerinden. Sadece size ait olan bir adaya konmak ve dalgaların şarkısı eşliğinde kendi hikayelerinizi yaşamak o kadar da zor değildir aslında. Kendi kanatlarınız size yeterken başka hikaye kahramanlarının sahte kanatlarına ihtiyacınız da yoktur.
Öyleyse nedendir ömrümüze ağırlık olan hikayelerden vazgeçemeyişimiz? Nedir bizi bu hikayelere delicesine bağlayan? Acıya umarsızca âşık oluşumuz mu? Bizi sevdiğini düşündüğümüz insanların, çıkarları sekteye uğrayıncaya kadar yüzümüze gülmeleri mi? Nedir? Yaşadığımız şeylerin bizim olmadığını bilmemize rağmen gözlerimize çöreklenen yağmur yüklü bulutlara inatla neden bağlanırız bu hikayelere?
Belki de sadece rüzgarın önüne kapılmış kuru bir yaprak olduğumuz içindir kurtulamayışımız. Rüzgarın gücü karşısında kuru bir yaprak ne yapabilir ki? Biz de zamanın bize giydirdiği ağır urbaları çıkarıp atamıyoruz üzerimizden belli ki…