Hızır

Abdullah Altunkup 108 Görüntüleme Yorum ekle
6 Dak. Okuma

Bugünlerde çok kullanır oldum, değil mi? Ağzıma sakız oldu son zamanlarda desem en doğru tabir olur. Yokluğu yoklukla harmanlayıp adını yoksulluk koymak kimin fikri ki diye sesli düşündüm yine. Sahra, bu halime garip bir bakış gönderdi. Hiç kimseye aldırmadığımı defalarca söylemiştim. Yine öyle yaptım. Kendi kendimle konuşmaya devam ettim fakat cevapları sessizce verdim!

Yurt binasından ayrılıp aileye doğru yola çıkmak, çoğu çocuğun kaderinde vardır düşüncesi hep kurcalar durur kafamı. Görünmeyen ama bedenen ve ruhen hissedilen anne ve babadan -devletten- manevi aileye seyahat anlatılması zor duygular barındırır. Bazıları hiç dönmek istemez. Bazıları vardır, gitmek istemez. Bazen gitmek, bir süre kalmak ve dönmek gerekir. Bu kısa molayı düşlemekten bile uzak olanların ruh halini aç, çok tahmin edebiliyorum. Gidince neler yaptığımdan falan bahsetmeyeceğim. Yaşamadığım ya da tadamadığım hayattan ne kadar bahsedebilirim ki! En sevdiğim çikolatayı bakkalın kapısından izlemek gibi bir histi işte. Ziyaretin son dakikaları, vedalaşma ve harçlık toplamak için en kıymetli zaman dilimiydi. Bazen bonkör davranırdı akrabalar, bazen de çok az çıkardı hasılat. Gelmek ayrı bir çile, dönmek apayrı…

İşte yine öyle bir maceranın tam ortasındayım. Avucumda biriken para, “Otobüsle gitmene gücüm yetmiyor,” diye üzgün üzgün bakıyordu. Ben de ona. Belirgin olmayan düşünceler kafamı kurcalarken kara tren yolculuğunun benim için biçilmiş bir kaftan olduğunu anlayalı çok zaman geçmemişti. Otobüs aktarmasız gidecekti; ne var ki param yetmiyordu. O an Uşak’ın altına tünel kazıp avuç avuç altın çıkarmak istedim desem çok mu hayalperest olurum? Bu kara çocuğu ancak kara tren varacağı adrese götürebilirdi. Bu durumu, gişe memurunun yüz ifadesinden sonra seslendirdiği miktardan da anlamıştım zaten. En sevdiğim renk olan maviyle boyanmış tren ne kadar da ihtişamlıydı. Ruhum mavi ve yeşille tatmin olurken, gözlerimin gördüğü gerçekler, avucumda sıkı sıkıya tuttuğum birkaç lira bana şöyle diyordu: Mavi tren hayal ötesi… Gecenin bir yarısı ve olabildiğince soğuk… Benim ise o trene binmekten başka çarem yoktu.

Siz hiç kaçak olarak bindiniz mi trene? Her durakta bilete atılmakta olan küçük delikler, yüreğinize atıldı mı? Beni bilen bilir; canım istedi mi en usta oyuncu rolüne giriveririm. O an senaryo uykulu rolünü uzatmış ve ustaca oynamıştım. Bir ara kara trenin yağmur damlalarıyla garip şekiller oluşturan cama yapışmış tozların arasında Sahra belirir gibi oldu. Ona dedim ki: “Bazen diyorum ki, yaşamak için değil de hayal kurmak için gelmiş olabilir miydim dünyaya?” Yine şaşkın şaşkın baktı zannederim ki…

Birkaç dakika sonra, eşarbının altında nur yüzüyle oturduğum koltuğun tam karşısına bir kadın geldi. Oldukça meraklı gözüküyordu. Sağında ve solunda oturanlara klasik yolculuk sorularını peşi sıra gönderiyordu. “Adın ne? Nerelisin? Okuyor musun?” vs. vs. “Sana ne?” dememek için frene bastıkça basıyordum. Sıranın bana geleceği malumdu. Yine diş sıkmaya başlamış olmama rağmen, saygıda kusur etmemek için var gücümü kullanıyordum. Çok iyi bir insan olma ihtimali var ama bilirsiniz ya da bilmezsiniz, ben insanlardan uzak durmayı severim.

Bak işte söylemeyi unuttum. Tüm paramı ya kaybetmiştim ya da çalınmıştı. Avucumda sıkıca tuttuğum paranın neredeyse maddi bir hükmü yoktu ama az da olsa aile kokuyordu diyebilirdim.

Nerede olduğumun, günün, saatin pek de bir anlamı yoktur benim sözlüğümde. Şu an ne kimsesizliğimden ne de beş kuruşsuz kaldığımdan bahsetmek istemesem de cümle arasında mutlaka geçecekti. Onun için peşinen söyleme kararı alıp, “Uşak’tan Ankara yolcusu,” diye bilin yeter. Afyon’da ne kadar ayaz yiyip titrediğimi, Eskişehir’de açlıktan kıvrandığımı ne duyan oldu ne gören. O nur yüzlü kadın hariç.

Ne yapacağımı bilmez bir halde gişeye doğru adımlarken, arkalardan bir ses geldiğini duysam da hiç oralı olmadım. Bazen “Huyum kurusun,” diyeceğim gelse de hemen vazgeçiyorum. Umursamak mizacıma ters. Yavaşça arkama döndüm. “Evladım,” dedi, “Sen öğrencisin. Al şu parayı.” Dişlerimi yine sıktım. “Ben dilenci miyim?” Dilenci değilim de fakirim ama gururluyum. “Ay senin gururunu!” Zorla da olsa avucuma sıkıştırılan para… Şimdi koşa koşa gişeye gidip hayalini kurduğum mavi trene kavuşma vaktiydi. Koltuğa öyle bir kasılarak oturdum ki, dünya benim zannederdiniz. İçerisi tam da istediğim konforda. Güzel koltuklar… Mutfağı ve restoranı bile var. Keyfime diyecek yok işte! Konu da bu değil zaten.

Sonunda Ankara’ya ulaşmıştım. Kışın kendine has asabiyeti burada daha belirgindi. Rüzgar tokatlıyor, soğuk yanaklarımın etini koparırcasına asılıyordu sanki. Yolun karşısında otobüs durağı olmalıydı. Buhar olmuş gitmiş sanki. Sordum. Yeri değişmiş. “Nerede?” dedim. Uzak bir yer tarif ettiler. Elimi cebime attım. Rahatımdan ödün vermezdim. Fakir birinin zengin görünümde yaşaması nasıl bilinir, misiniz? Öyleyim işte! Hemen bir taksi çevirdim. Fakir olduğum kadar dikkatliyim de. Taksimetre, freni patlamış kamyon gibi nasıl da hızlı gidiyor… Krallara layık keyfimi bozanı kara listeye aldığım doğrudur.

Sonunda taksi, yurdun önüne yavaşça durdu. Şoföre borcumu söyleyip avucumdaki parayı saydığım zaman gözlerimin önünde beliren o nur yüzlü kadından başkası değildi. Kadının avucuma sıkıştırdığı para, Ankara’ya gelmeme, taksiye binip yurdun önünde inmeme göre ayarlanmıştı sanki. Hem de kuruşu kuruşuna… Yine Hızırla karşılaştım sanırım…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version