İçine iyilik ve kötülük tohumları bırakılan insanoğlu dünyaya sınanmak için gönderilmiştir. Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanını okurken suçun her defasında şeytana atıldığı kötülük problemi üzerine düşündüm.
Kötülüğün kişileştirilmiş hali olan şeytan algısının toplumsal, dini ve psikolojik boyutları elbette vardır. Dini boyutuyla şeytan, Allah’ın rahmetinden kovulduktan sonra kötülükleri güzel göstererek insanları kötülüğe sevk etmeye ant içer. İnsanları kötülük yapmaya zorlamaz, sadece kötülüğü cazip göstererek kötülüğe çekmeye çalışır. Bu noktada onun insanlar üzerindeki gücü kendisi ile ilgili değil, insanoğlunun iradesini kötüye kullanmasıyla ilgilidir. Bu nedenledir ki irade noktasında insan yapıp ettiklerinden sorumlu tutulandır. Allah tarafından bu denli üstün yaratılan insan denilen varlık, aklı ve yetenekleriyle her canlıdan üstündür fakat ona özgü olan irade gücü onun aslında en büyük zayıflığıdır.
Sabahattin Ali’nin romanında da bireyin içindeki kötülüğün özgür iradeye bağlı olarak ortaya çıktığı görüşü hâkimdir. İnsan, kötülüğün varlığının ötekinin algısına dayalı olarak ortaya çıktığına inanır. Romanın kahramanı Ömer de baştan sona kadar kendini değil içindeki şeytanı suçlar. Edilgenlik, harekete geçmeme Ömer’in ruhunda vardır. Hiçbir işi layıkıyla yapmayan Ömer’in hayatı amaçsızdır. Amaçsızlığın yarattığı boşluğu dolduracak bir şeylerin peşindeyken karşısına Macide çıkar. Akrabalarının yanında sığıntı gibi yaşayan Macide’yi umutlandırarak ona bir hayat teklif eder fakat zamanla sorumluluk duygusunu sevmeyen Ömer’e bu yük ağır gelir ve bilerek, isteyerek kötü olmayı seçer. Hiçbir işinde yetkinleşemeyen Ömer, Macide için de hayal kırıklığı olur.
İçinde bir şeytanın olduğuna inanan Ömer, kötü tercihlerinin sorumluluğunu da üstlenmez ve suçu içindeki şeytana atar. Sürekli suçladığı içindeki şeytanla aslında her insanda var olan karanlık tarafı anlatmak ister.
“Fakat içimde öyle bir şeytan var ki.. bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş.. Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde oyuncağız” (Ali, 2017, 47)
Ömer’in iş arkadaşı Hafız Efendi Ömer’i dost bilerek kayınbiraderi için daireden gizlice para aldığını fakat yerine bir türlü koyamadığını anlatır. Bunu fırsat bilen Ömer, çektiği para sıkıntısını bahane ederek Hafız Efendi’nin karşısına dikilir ve vezneden kendisi için para çalmasını söyler. Hafız Efendi’nin sözleri acıtıcıdır: “ Sana borçluyum evlat.. Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin. Şu kâinatta belki bir de iyi taraf vardır, fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum. Bir daha teşekkür ederim. Benim gözlerimi açtın, sana bir daha eyvallah.. Şimdi arabanı çek, namussuz insanı suratı seyretmek, istemiyorum. Kendim kendime yeterim..” (Ali, 2017, 185)
Kötülüğü bilinçli olarak seçen Ömer, romanın sonunda içindeki karanlığı kendisinin yarattığını anlar: “Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? İçimizde şeytan yok.. İçimizde aciz var.. Tembellik var..iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var” (Ali, 2017, 250)
İnsanoğlu kendi nefsinin elinde bir nevi oyuncaktır. Nefsine söz geçiremeyen insanlar iradi kötülüğü seçerler ve bilinçli kötü durumuna gelirler. İçimizdeki şeytan denilen kaçış noktası aslında; gerçeklerin acıtan yüzünü yumuşatmamızı sağlayan, hatalarımızın sorumluluğunu üstüne attığımız, sütten çıkmış ak kaşık misali kurban rolüne girip aklanabileceğimiz bir araçtır.
İnsanlar, “Beşerdir, şaşar” inancıyla kendini suçlu görmez ve şeytana uyar. Peki, günah keçisi olan hep şeytanken insanoğlunun bu günahta hiç mi payı yoktur?