Komşunun kızı telefonuma Instagram’ı indirirken karşıdan alaycı bir tavırla güldüğünü görmedim sanma. “Senin yaşında bir kadının ne işi olur fotoğrafla, videoyla,” demiş bile olabilirsin. Haklıydın, o zamana kadar telefonu sadece “Alo” demek için kullanan biri hakkında böyle düşünebilirsin. Yıllardır aynı iğne oyasını işlediğimi görünce, “Sosyal medyada ne güzel oya örnekleri var, gel, sana yükleyelim şunu,” deyip elimden telefonu hızla alınca kızmıştım bizim Aysel’e. Yanıma oturup birlikte baktık bir süre oya örneklerine. Birçok model gösterdi; gözemeli ilmik, gözemesiz ilmik, kök, çirdik, fiskal, tırabzan, bıyık, boru… Güzeldi hepsi ama benim gözüm kendi oyamdaydı. Başka oya bilmem ki ben. Seninle nişanlandığımızda başlamıştım iğne oyasına. Askere giderken, beni teselli etmek için “Elindeki şu oya bitmeden geleceğim,” demiştin. Alay etmiştin, biliyorum. O kadar zor öğrenmiştim ki; iğneyle oya değil kuyu kazıyordum sanki.
Aysel arada sırada uğrar, muhabbet ederiz. Bazen elinde çaydanlıkla gelir, akşam karanlığı çökene kadar otururuz karşılıklı. Geçen gün yine geldi. Tam senin oturduğun koltuğa oturup saatlerce konuştu. Gitmeden önce de Instagram’da bazı videolar izletti, güldük. İlk defa o gün Aysel’i uğurladıktan sonra telefonu elime alıp girdim Instagram’a, tek başıma. Neler vardı, neler… Kaptırmışım kendimi; saatin kaç olduğunu fark etmemişim bile. Ertesi gün birçok takipçi isteği geldi. Aysel beni uyarmıştı bu konuda: “Karşılık verme, takip isteğini de kabul etme.” Ben de öyle yaptım ama bir tanesi ister istemez dikkatimi çekti. Profildeki resim sendin sanki. Hatta askerdeyken gönderdiğin bir fotoğraf vardı, hani elinde silahla enkazın önünde, arkandaki yıkıntılara meydan okuduğun o gülüşle çektirdiğin. O fotoğrafın aynısıydı. Sana söylemeden önce yatak odasına gidip eski albümleri karıştırdım, bahsettiğim fotoğrafı bulabilmek için odayı altını üstüne getirdim ama bulamadım. Ben sana ait hiçbir şeyi kaybetmem, nasıl bulamam? Baktığım yerlere tekrar baktım, sonra bir daha. Yorulmuşum eşyaların arasında debelenmekten, uyuyup kalmışım odanın ortasında. Uyandığımda sen her zamanki yerinde bana bakıyordun, güldük. Telefonu alıp o fotoğrafı sana da gösterdim, hatta yan yana getirdim seni ve telefondaki fotoğrafı. Çok benziyordunuz. İçimde engel olunmaz bir merak uyandı. İğne oyamı elime alıp karşına oturmuştum her zamanki gibi ama aklım başka bilinmezliklerin içinde dolanıyordu. İğneyi elime kaç defa batırdım, ipi kaç defa düğüm yaptım sayamadım.
Konuyu sen açtın sonra, eskilerden bahsettin. Nasıl tanıştığımızı anlattın. İstemeye geldiğiniz gün nasıl heyecanlandığını, sana verdiğim tuzlu kahveyi bir dikişte içerken aslında içinin nasıl yandığını, belli etmemek için akla karayı seçtiğini. O günleri yaşadım tekrar. Bu hikayeyi o kadar çok seviyorum ki sen anlatırken efsane dinliyormuş gibi hissediyorum. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Zeynep ile Mehmet… Bizim de hikayemiz olsun, kim ne diyebilir? Zeynep ile Mehmet… Bugün değilse de gelecekte anlatılacak olan bir masal ya da kimse bilmesin diye bir kutuya saklanan kıymetli sayfalar gibi. Sustuk ikimiz de sonra. Dışarıdan gelen sesleri dinledik. Kuruyan dalların pencereye vurup kaçışını izledik. Rüzgarın sesine kulak verdik. Gökyüzü kara, yağmur yüklü bulutlarla kaplı olsa da boşalamadı içi bir türlü. Yağsa rahatlayacak. Hava iyice kararınca ışığı yaktım, perdeyi çektim. Yatak odasına gidip yere döküp saçtığım albümleri topladım. Fotoğrafları yerleştirdim özenle. Sonra aklıma ne geldi de hemen ayağa kalkıp telefondan Instagram’a girdim ve sana benzeyen profili bulup arkadaş isteğini kabul ettim. Hesabına girip baktım, başka bir fotoğraf yoktu. Mesaj yazan kısma “Kimsiniz?” yazdım. Büyük bir suç işlemiş gibi hissedince aniden telefonu elimden fırlattım. Salona gelip karşına oturdum. Gözlerimin içine bakıyordun. Gözlerin ruhumu delip geçen bir ok gibi keskindi. İçimi kelime kelime okuduğunu hissedince başka bir yöne bakma ihtiyacı hissettim.
“Şey, yatak odası dağınıktı. Topladım biraz. Albümü düzenledim. Bu sebeple seni yalnız bıraktım, kusura bakma. Çay alacağım kendime, sen de ister misin?”
“Hayır” anlamında başını salladın. Mutfağa giderken yatak odasında yatağa fırlattığım telefon aynı yerindeydi. Beni görmediğinden emin olunca içeri girip telefona baktım, cevap yoktu. Tekrar mesaj attım: “Önce takip isteği gönderdiniz, şimdi de kim olduğunuzu yazmıyorsunuz.” Öfkelenmiştim. Karşıdaki aynada yüzümü gördüm; ben bile şaşırdım gördüğüm ifadeye. Kan çanağına dönen gözlerimi saklamak imkansızdı. Lavaboya gidip buz gibi suyla elimi yüzümü yıkadım.
Sana da ulaşamamıştım uzun bir süre, hatırladın mı? O zaman cep telefonu yoktu. Askere giderken “Seni sürekli arayacağım,” demiştin. Mektup da yazmıştın birkaç tane. Ben ailemden utandığımdan sana yazamadım ama biliyorsun o zamanlar öyleydi, ayıp sayılırdı. Sonra bir hafta sonu bekledim, aramadın, telefonun başından ayrılmadığımı bugün gibi hatırlıyorum. O zaman da kan çanağına dönmüştü gözlerim. Ağlamak isteyip de ağlayamadığım zamanlar hep öyle olurdu zaten. Telefonu karşıma alacak şekilde oturup saatlerce iğne oyamı yapmıştım o zamanda. Sonra saat kaçtı hatırlamıyorum, telefon çaldı. Arayan senin ailendi. Galiba annendi ya da baban mıydı? Telefonun diğer ucundaki babam duyduklarından iri iri açılmıştı gözleri. Bir şeyler söyledi ama anlamadım. Telefonu kapatınca babamın anneme anlattıklarını, ardından annemin ağıdını duydum. Cümlelerinde bir senin adın bir de benim adım geçiyordu. Ayaktaydım ama yere basmıyordum. Göğsüme yumruk yemiş gibiydim. Kafamı çevirince pencerede gördüğüm yansımam şu an aynada gördüğüm görüntüyle aynı.
Çay bardağımı alıp karşına oturdum. Çayımı yudumlarken kaçamak gözlerle sana baktım, fark ettin mi? Konuşmasak da anlaşabilirdik, sustuk bu yüzden. Sen bana baktın, ben sana. Ağladık karşılıklı sabaha kadar.
Saat on bir olmamıştı, kapı çaldı. Daha önce uyansam da kalkmadım yataktan. Kendimi halsiz, yorgun hissediyordum. Sabahlığı giyip kapıyı açınca Aysel’i gördüm karşımda. Elindeki poşeti göstererek “Simit aldım, fırından yeni çıkmış. Kahvaltı yaptın mı, Zeynep teyze?” İçeri girdi. Yüzüme bir doktor gibi baktı. “Hasta mısın? Rengin solmuş.” İyiyim, dedim arkamı dönüp salona yürürken. Aysel de elindeki poşeti mutfağa götürdü, ocağa çay koydu. Salona girerken “İstersen ıhlamur yapayım, ne dersin?” Kapının ağzında durup yüzümdeki ifadeyi okumaya çalıştı, hissettim. Elimdeki telefonu uzatıp “Sil şu yüklediğin şeyi.” Cevap vermesini beklemeden kuru dallara çevirdim bakışımı. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Aysel karşımdaki koltukta duran, senin fotoğrafını alıp kitaplığın üzerine koyarken sesimi çıkarmadım. Yağmur iyice hızlanmış, huzur veren bir ritimle yağmaya başlamıştı. Aysel telefonu bana uzatıp “İyi misin gerçekten?” derken endişesi yüzünden okunuyordu. “Merak edilecek bir şey yok, sildin mi sen onu?” Aysel, evet anlamında başını salladı. “Hadi çay getir de içelim, simitleri de unutma.” Aysel mutfağa giderken “Tamam, hemen getiriyorum.” mutfağa girmeden önce de “Zeynep teyze, bana Mehmet amcayı anlatır mısın yine?” dedi. Başımı tamam anlamında aşağı eğdim. Sehpanın üzerine bıraktığım iğne oyam yerinde duruyordu. Hiç bitmemişti, bitmeyecekti.