Üzerinde yiyecek ve içeceklerin olduğu camdan bir masa karşılıyor beni, bu görüntü iştahımı açsa da utanıp bir şey alamayacağım korkusu da beliriyor içimde. Işıkların bolca kullanıldığı bu yer herkesi sahnedeki yıldızlar gibi hissettiriyor adeta. Renkli balonları sağa sola atarak yürümeye çalışıyorum. “Ne anlamsız çocuksu şeyler” diyerek içimden ilerlerken tavandan sarkıtılan parlak süslerin arasından zar zor seçtim.
Ela’yı, yanına giderek:
“Merhaba Ela.”
“Merhaba Kemal, hoş geldin.”
“Hoş buldum doğum günün kutlu olsun, nice mutlu senelere” diye dileklerimi iletirken, Ela ve yanındaki kişiler garipseyerek süzdüler beni. Üstüme başıma baktım o sıra, gayet düzgündüm kendime göre. Kahverengi bir gömlek ve kot bir pantolon vardı üzerimde, onlar kadar şık gösterişli değildim belki ama idare ediyordum. Ela sadece gülümsedi ve diğerleri gibi elinden düşürmediği telefonuyla her anı ölümsüzleştirdiğini düşünerek çılgınlar gibi resimler çekmeye başladı. Etrafa bakınıyorum bu kadar abartıya ne gerek var? Altı üstü bir doğum günü, bir yaş alma hali, ömürden geçen seneleri ne diye kutlar ki insan? Kendi kendime sorular yöneltip cevapladıktan sonra çalan müzikle ortama ayak uydurmaya çalışarak gelen kocaman pastayı alkışlıyorum onlarla beraber. Herkes bir ağızdan çığlık atıp bir yandan da ellerindeki telefonla pastayı çekiyorlar, sanki bir ünlü paparazziye yakalanmış gibi. Zaman ilerledikçe sıkılmaya başladım, bu ortamlar bana göre değildi bu yüzden çam sakızı çoban armağanı hediyemi Ela’ya uzattım. Hediyemi de verdiğime göre artık gidebilirdim diye düşünerek ellerindeki telefondan başka bir şeyi görmeyen kalabalığın içinden sıyrılarak çıktım kapıdan. Derin bir nefes alarak paltomu attım omzuma huzurumu yakalamış gibi hissediyordum o gergin ortamdan sonra. Hafif yağmur çiseliyordu, bu havaları çok severim.
Yakınlardaki sade çok da bilinmeyen bir kafeye geçerek kahve siparişimi vererek yasladım sırtımı arkaya. Camın önünden gelen geçen insanları izlerken telefonumun ekranı sürekli yanıp sönüyordu. Gerekli bir şey olmadığı sürece pek bakmasam da Ela’yı yakından takip ettiğim için merak ediyordum ne paylaştı diye. Sosyal medyaya girmeyi de ondan öğrenmiştim, ilk kendisini sonra da diğer arkadaşları takip etmişti. Bu yüzden doğum gününde olan biteni buradan da görebiliyordum. Evet bu güzel bir şey, orada değilsin ama her ayrıntıyı paylaşımlardan görebiliyorsun. Fakat ne gerek var, hiç anlamış değilim. Ben buradayım, bu kafede camın önünden yağmur damlalarının süzülmesini, yanımda köpeğiyle oturan süslü yaşlı teyzeyi izlemek yerine neden başkalarının hayatındaki kareleri izlemekle zaman kaybedeyim ki? Bu düşüncem yüzünden kimseyle anlaşamıyordum işte, herkes bana eski çağlardan geldiğimi söyleyip duruyordu, belki de öyledir kim bilir?
***
Bir öğlen vaktiydi, güneşin, dağların eteklerinden çıkıp başına uzandığı yakıcı sıcağın ortasında kalmış gibi ter döküyordum. Annem mutfakta tabak çanak seslerini birbirine karıştırmış bir şeyler yapıyordu. Babam televizyonun karşısında ikili kanepede oturmuş TV izliyordu. Küçük kardeşim ergenlik sendromu yaşadığı ve odasından pek çıkmadığı için onu göremiyordum. Bir evde yaşayan dört yabancı kiracı gibi uzaktık birbirimize. Ben işten gelene kadar herkes farklı saatlerde akşam yemeğini yemiş, bitirmiş olduğu için ben de bir şeyler atıştırıp odama geçiyorum. Yarım kalan kitabımı alıp tekli koltuğuma oturarak sayfaları çevirip kelimelerin sessizliğindeki o ses oluyorum. Kitaptaki karakterlerle bir bağ kurarım her zaman. Bazen onlarla sohbet eder, bazen de büyük tartışmalara girerim. Ailemle yapamadığım birçok şeyi onlarla yaptığım için galiba onlara bu kadar bağlıyım. Kitapta okuduğum bir karakter annesinin gülüşüne âşık olduğundan bahsediyor. Düşünüyorum da ben de âşık olabilirdim eğer annemi gülerek görebilseydim. Ve şöyle devam ediyor.
“Sevdiklerimize sarılmadan yaşıyor olmak öldürüyor beni.”
***
Öteki ben bu günlerde huysuz benle sürekli alay edip, beni aşağı çekmeye çalışıyor sürekli. Kimsenin beni sevmediğini, bir baltaya sap olmayacağımı, asla ailemin istediği birisi haline gelemeyeceğimi, herkes başarırken anca uzaktan onları izleyip yaşlanacağımdan bahsedip duruyor beynimin içinde. İnsan kendi kendine sinirlenir mi? Ben kendimden nefret ediyorum. Bu düşüncelerden arınmam kolay olmasa da kız arkadaşımla olan randevum için hazırlamam gerekiyordu. Hemen ayağa kalkıp giyindim. Onun istediği gibi olmaya çalıştığımı fark ettim aynanın karşısında. Bu ben değildim ama onun istediği bendim. Yine de değiştirmedim üzerimi, böyle de memnundum halimden. Onun bana aldığı kokuyu da sıkıp çıktım evden. Buluşma yerine doğru yakınlaştıkça heyecanım artmaya başladı, avuçlarım terleyip sol gözüm de seyirdi. Kendimi toplamaya çalışarak her zaman buluştuğumuz çay bahçesinde beklemeye başladım. Güneş rengi saçlarını savurarak yaklaşıyordu yanıma.
“Selam.”
“Hoş geldin.”
Kekeleyerek zar zor çıkarmıştım bu kelimeyi, o sırada karşıma oturdu, oysa sarılmasını beklemiştim. Neyse zaten temas etmekten hoşlanmadığını bildiğim için çok fazla sorun da etmedim. Çaylarımızı söyledik, o benim yüzüme bakmasa da, ben onun yüz hatlarını ezbere biliyordum. Hatta bu kız nasıl benimle sevgili oldu, onu bile sürekli düşünüp duruyordum kendi içimde. Canı sıkılmış gibi oflayıp durunca.
“Ee anlatsana, ne yaptın görüşmeyeli?”
“Hiç öyle aynı şeyler.”
Benim ne yaptığımı merak dahi etmiyordu demek ki, etse sorardı diye düşünürken.
“Kemal benim sana söylemem gereken bir şey var.”
“Dinliyorum Ela.”
“Ben senden hoşlanıyorum evet, ilgimi çekiyorsun. Zaten seni sevmeseydim sevgili de olmazdım, ama sen benim ortamlarıma ayak uyduramıyorsun, farklısın. Doğum günümde bile bırakıp gittin beni.”
“Ben sana söylemiştim zaten orada çok duramayacağımı ve evet senin ortamlarına ayak uyduramıyorum, çünkü sevmiyorum.”
“Belki çok klişe olacak ama galiba biz farklı dünyaların insanıyız.”
“Evet bu çok klişe oldu, bence biz aynı topraklarda filizlenen fakat farklı renklerde görünen iki laleyiz.”
Gülümsedi ve başını öne eğerek;
“Farklısın ama bu farklığın hoşuma gidiyor.”
“Lalelerde farklıdır birbirinden ama bütün laleleri eşit severiz değil mi?”
Gözlerimin içine baktı uzunca, gökyüzünü sığdırdığı gözüyle okşuyordu kalbimi. Ben yüreğimde ona otağ kurarken o bana bütün hayallerini yık diyordu sessizce. Daha fazla konuşmak istemedim ben de. Boğazımda sıraya dizilmiş kelimelerimi yutkunarak, bu ayrılık çığlığını, bu aşk yenilgi müziğini dinlemek için sustum.