Hayat sanattır, insan ise sanatçı. Sanatını nasıl icra ettiği ve idame ettirip ettirmediği, insanın hayatını büyük ölçüde belirleyen ölçütlerdir esasen.
Her anımızın farkında olmadığımız kadar kıymetli olduğu bir yolculuktayız aslında. Bazen, belki de çoğunlukla, insan elindekini kaybedene dek değerini bilemiyor. Bu da çok daha iyi yaşayabilecekken, daha ileriye gitme imkânına sahipken gidememesine sebep olan ve elimizde olan etkenlerden birisi.
Hayat uzun bir satranç maçı gibi. Her bir hamlemiz anlam taşıyor, anlamsız olsa bile anlamsızlığı anlamı olabiliyor. Lakin bunda hiçbir hamlemizi geri alamıyoruz, yani geçmişi bir an olsun değiştiremiyoruz. Bu gibi nedenlerden stres olmamalıyız. Tabii ki bile isteye hata yapmamalıyız (ki bu, hatayı aşan –hatalı– bir tercih oluyor); fakat bilmeden, istemeyerek de hata yapabiliriz.
Geçmişin yükünü omuzlarından atmayan insanlar kambur yürür; dik durmanın oluşturduğu hissiyat ve getirilerinden uzak kalır. Bunun ağrılarını yaşar hayatında. Ve sürerse, an da gelecek de kum gibi kayıp gidebilir avuçlarından. Bu bakımdan insan kendisiyle ve geçmişiyle olabildiğince barışmalı; yaptıkları ve yapmadıklarının yansımasıyla yüzleşmeli, derslerini almalı ve kendisini affederek kalbini hafifletmeli. Çünkü kendi kalbi bile yük olursa insana, pek çok şeyin ağırlığı benliğini zedeleyebilir insanın. Belki farkında bile olmadan.
Geçmiş, hatırladığımızda bizi huzursuz eden bir kâbus değil; bize kendimizi, istediklerimizi, istemediklerimizi, yapmamız ve yapmamamız gerekenleri gösteren bir kılavuzdur gerçekte. Bu kılavuzun dilini ne kadar çözebildiğimiz önem teşkil etmekle beraber, varlık ve anlamını dozunda göz önünde bulundurmamız gerekir. Kendini fark edip inşa etmezse bir insan, nedir ki bu hayat denizinde, yolunda, sanatında?
Hakikat her yeri sarmıştır. Şayet kılavuza bakmadan kompleks bir şeyi kurmaya çalışırsak bu hem çok zaman alacaktır hem de olası pek çok senaryo dahilinde inanılmaz yorulup çoğu şeyden geri kalabiliriz. Çünkü bu evren, insan akıl ve hayallerinin çok ötesindeki ihtimallerle çevrili, sarmal ve benzersiz kozmik bir küre gibi. Gerçeklerimiz de burada yüzer.
Hayat oltasını atar, ihtimaller denizden çıkınca gerçekliğe bürünür ve bir zaman sonra gerçeklik olur. Kader çoktan işlemiştir bunları. Her insanın doğrusu kendine olduğu için kılavuzu da kendine özgüdür, yolu da. En azından böyle olmalıdır.
Geçmişin yükünü omuzlarından atan insan, belki de onu yük olarak görmeyi bırakan insan, engin bir fırtınayı geride bırakabilmiştir. Belki de ruhunun bir yerlerinde bir şeylerin umutla yeşerdiğini hissedebilmiştir. Ve hayatı sanat yaparmışçasına yaşamak için güzel ve özel bir yola da girmiştir.
Bazen zor olayları aşmak için çabalamak, bazen sevdiği ve sevmediği şeyleri özenle yapmaya çalışmak, bazen ise dişlerini fırçalamak bile sanatının bir parçası oluvermiştir. Belki hayatı romantize etmek dedikleri budur, belki hayatın romantizmine ve özüne kapılmak.
İyilik penceresinden huzurla dünyaya bakmak, ruhunu arındırarak saf ve temiz olmaya çalışmak… Durmayı durdurup hayatı güzel ve özel şekilde yaşamak gerek. Gerçek güç, insanın özüyle filizlenebilir; farkındalık, sakinlik, irade ve sabır gibi cevherlerin işlenip kendi değerini kazanmasıyla.
Bağımsızlık güçtür, güç bağımsızlıktır. Kuru dalla yetinmeyip uçsuz bucaksız, rengârenk bahçeleri düşlemeliyiz. Yüzeysel, sığ şeyleri bir kenara bırakıp derin ve anlamlı olana yönelmeliyiz. İnsan, varoluş itibariyle bile basit değildir ki ötesi de basit olsun.
Her bir hücremizden fikirlerimize uzanan bu müthiş varoluş serüveni, anlamın sınırlarını çoktan aşmıştır zira. Ruhumuzun yeşermesi ve tüm benliğimizde ilkbaharın sürmesi için elimizden geleni yapmalıyız. İnsan, doğru, huzur ve iyiyi bu şekilde bulabilir.
O hâlde ne mutlu kendi çiçeğini yetiştiren kişilere. Ne mutlu kalbinde, ruhunda ve tüm benliğinde baharın sürdüğü kişilere…