İnancın Diyalektiği Üzerine Bir Misilleme

Ahmet Aydın 62 Görüntüleme Yorum ekle
14 Dak. Okuma

Karamazov Kardeşler’e ilk başladığımda yaklaşık 50 kadar sayfa okumuştum, ancak daha sonra bırakmak zorunda kaldım çünkü kitabı benden habersiz çalan pardon alan arkadaşım kız arkadaşına vermişti. Aslında, arkadaşım onu almadan önce de açıkçası beni pek sarmamıştı. İlk okuduğumda kitabın kurgusu çok karmaşık gelmişti; çok fazla karakter ismi vardı ve bu yüzden kitaba tam anlamıyla girememiştim. Ancak daha sonra kitap hakkında bazı yorumlar gördüm. Çoğu insan, bu kitabın Dostoyevski’nin başyapıtı olduğunu söylüyordu ve mutlaka okunması gerektiğini belirtiyorlardı. Hatta psikolog bir arkadaşım “modern psikolojinin ağa babası bir kitap olması lazım ise o da budur” demişti elinde kitapla. Ben de bu yorumlardan sonra kitaba tekrar başlamaya karar verdim ve bu kez sonuna kadar okudum. Sonuç olarak, kitap beni fazlasıyla etkiledi. Gerçekten, başta zorlanmış olsam da şu anda en sevdiğim romanlar sıralamasında ilk üçtedir.

Dostoyevski’nin son kitabı olan Karamazov Kardeşler, son kitap olmanın hakkını vermekle beraber aynı zamanda en uzun ve en ağır eseridir. Kişisel yorumdur.  Kitapta çok fazla konu ele alınıyor ve her karakterin derin bir psikolojik dünyası var. Bunu kitabın kapağını açtığınız ilk anda görmek mümkün. Dostoyevski’nin önceki eserlerindeki temalar bu romanda da işleniyor. Örneğin, Yeraltından Notlar‘da işlenen özgür irade meselesi burada tekrar karşımıza çıkıyor. Suç ve Ceza‘daki ateist ahlak tartışmaları da bu romanda devam ediyor. Hiç sona ermiyor hatta. Saf ve iyi yürekli karakterler, Dostoyevski’nin pek çok eserinde olduğu gibi bu eserde de önemli bir yer tutuyor. Ya bir gerçeklik ya da bir illüzyon.

Dostoyevski’nin önceki eserlerinin birikimi, adeta bu kitapta zirveye ulaşıyor. Bir bakıma, onun diğer kitaplarını okuyan herkes, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler gibi bir eser yazacağını tahmin edebilirdi. Kaldı ki böyle bir kitap yazmasını da bekleyebilirdi. Bilenler şanslı. Okuyanlar ermiş. Okumayanlar için ise şans. Okumak için. Bu kitap dünya çapında büyük bir popülerlik kazandı. Örneğin, Einstein ve Putin gibi birçok kişinin favori kitabı olarak biliniyor. İlginç değil.

Kitapta ele alınan ana temalardan biri, iman ve şüphe arasındaki gerilimdir. Bir yanda tamamen iman etmiş, her şeyiyle teslim olmuş insanlar, diğer yanda dini kavramları aklıyla kavrayamayan ve şüpheyle yaklaşanlar var. Bu iki taraf arasındaki gerilim, roman boyunca hissediliyor. Ayrıca, kötülük problemi de kitapta derinlemesine sorgulanıyor: “Neden dünyada bu kadar kötülük var? Tanrı bu kadar iyi ve güçlü ise, neden bu kötülükleri engellemiyor?” gibi sorular, karakterler arasında yapılan sohbetlerde sıkça karşımıza çıkıyor. Çok kavga edilesi bir kitaptır.

Kitapta özgür irade ve din arasındaki ilişki de önemli bir yer tutuyor. İnsanlar zorla mı dini inançlara yönlendirilmeli yoksa özgür iradeleriyle mi dine gelmeliler? Özgür irade var mıdır? Bu sorular üzerine yapılan tartışmalar kitabın ana yapısını oluşturuyor. Tanrı ve ahlak arasındaki ilişki de kitabın merkezinde yer alıyor. Eğer insan hayatından Tanrı ve dini çıkartırsak, toplumda ahlakı nasıl koruyabiliriz? Bu soru, roman boyunca derinlemesine işleniyor.

Ana karakterlerden biri Fyodor Karamazov’dur, yani babadır. Karamazov kardeşler ise bu babanın oğullarıdır. Ancak ailenin yapısı oldukça karışıktır. Dimitri, başka bir anneden; Ivan ve Alyoşa ise ortak bir anneden doğmuştur. Bir de Fyodor’un gayrimeşru oğlu olan Smerdyakov vardır.

Fyodor Karamazov, zengin ama parayı kendisi kazanmamış bir adamdır. Zevkine düşkün, sefahati seven ve hayatını zevkleri doğrultusunda yaşayan biridir. Oğullarıyla ise pek ilgilenmeyen bir babadır.

Alyoşa, babasının tam tersi bir karakterdir. O, sakin, sevgi dolu ve imanlı biridir. Kiliseye ve manastıra bağlı olarak yaşar. Ivan ise entelektüel ve sorgulayıcı bir karakterdir. Ateisttir ve dine karşı şüpheci bir yaklaşımı vardır. Dimitri ise duygusal ve öfkesine hâkim olamayan bir karakterdir. Babasına benzer bazı özellikleri vardır, ancak babasından daha iyi biridir. Smerdyakov ise babasının gayrimeşru oğlu olup, hayata karşı öfkeli ve sinsi bir karakterdir.

Kitapta bir de Zosima karakteri var. Zosima, Alyoşa’nın akıl hocası olan bir rahiptir ve kitapta önemli bir figürdür. Bizim dervişlerdendir. Mana itibari ile..

Bu karakter, her türlü insanı sevebiliyor ve empati yeteneği oldukça yüksek ve gelişmiştir. Önemli bir nokta ise, Ivan ile tamamen zıt bir din görüşüne sahip olmasıdır. Biri dünyayı biri ahireti temsil etmekte. Değerlendirmenin ilerleyen kısımlarında bu konuya değineceğiz. Karakter böyle başlıyor ve kitabı biraz okuyunca, bu ailenin ne kadar sorunlu olduğunu fark ediyorsunuz. Türk dizilerindeki aile yapısını bozdukları aile yapısını biliyoruz, bütün bireylerde ya boş vermişlik ya da umursamama durumu vardır; her yerde herkes gergin. Karamazov’larda ise durum daha fena. Özellikle Dimitri ile babası arasında hem miras hem de kız kavgası yaşanıyor. Bu nasıl denklem diyebilirsiniz. Böyle bir ailede kötü bir olayın yaşanacağını hissediyorsunuz. Dimitri bir öfke nöbeti sırasında babasını dövüyor, hatta onu tehdit ederek “Bir daha bana böyle davranırsan seni öldürürüm” diyor. Daha fazlası için okumak lazım.

Daha sonra önemli bir kısma daha geliyoruz: Ivan ile Aliyoşa’nın buluşması. Aslında bu buluşma ayrıca bir konu bir başlık belki de bir kitap çıkacaktır. Çıkarılabilecektir. Ivan dini meselelerde çok farklı bir karakter, ateist diyebiliriz. Buluşmada, Ivan neden dini kabul etmekte zorlandığını anlatıyor. Bir gazetede küçük bir kız çocuğunun ailesi tarafından istismara maruz kaldığını ve acılar içinde öldüğünü okuduğunu söyler. Bunu hissederek mi söyler yoksa kendi düşüncesinin temel argümanı olarak mı sunar, düşüncelerini somut bir örnekle açıklamak isterken saldırıda bulunmak için mi silahlaştırır bilemeyiz. Ama saldırgan bir tavırla hakikat için yapmadığı görüşündeyim. Ivan, böyle olaylar karşısında Tanrı’nın varlığını sorgular; eğer Tanrı varsa ve iyiyse, bu acıyı neden engellemez? Aliyoşa, bu sorgulamalar karşısında cevap veremiyor, sadece isyan etmemesi gerektiğini söylüyor. Ivan’ın isyanı ise devam ediyor, kardeşine “Büyük Engizisyoncu” adında bir şiir yazdığını anlatıyor.

Büyük Engizisyoncu’da İsa tekrar dünyaya gelir ve insanlar ona büyük coşkuyla yaklaşır. Ancak engizisyoncu, İsa’nın yakalanmasını emreder ve ona “Şeytan haklıydı” der. İsa, şeytanın üç teklifini reddetmiştir: taşları ekmeğe çevirme, kendini yüksekten atıp mucize gerçekleştirme ve tüm krallıkları yönetme gücünü kabul etme. Engizisyoncuya göre, İsa insan psikolojisini anlamamıştır. İnsanlar bedensel ihtiyaçlarını tatmin etmek ister ve güçlü bir otoriteye boyun eğmek zorundadır. Oysa İsa, insanların özgür iradeyle iman etmelerini istemiştir. Engizisyoncu ise bunun mümkün olmadığını savunur; insanların gerçek mutluluğu ancak otoriteye boyun eğerek bulabileceğini düşünür. Niye düşünür? Onu da yazmış mıdır?

Ivan’ın bu eleştirileri, Tanrı’nın varlığını ve dinin insan üzerindeki etkisini derinlemesine sorgulayan bir yapıdadır.

“İncil’e göre insan psikolojisi böyle olmalı, ilk aşamada İsa, inanmanın mucizeye ihtiyaç duymadığını bize gösteriyor. Oysa Engizisyoncu’ya göre insan, iman edebilmek için mucizeler görmek ister. Eğer İsa, şeytanın teklifini kabul edip mucize gösterseydi, birçok inançsız kişi şu anda imanlı olacaktı, diyor. Engizisyoncu, İsa’ya tembelce bir mucize fırsatını geri teperek inanmayı çok daha zor hale getirdiğini söylüyor. En son aşama ise en kritik olanı, çünkü burada İsa, özgür iradeye değer verdiğini ve insanların özgür bir şekilde iman etmeyi seçmeleri gerektiğini vurguluyor. Engizisyoncu ise insanın özgür iradenin kıymetini bilmediğini, onu kullanmayı beceremediğini ve hatta bir gün bu özgür iradeyi başka birine teslim edeceğini öne sürüyor. Engizisyoncu’nun konuşması bittiğinde İsa ne yapıyor? Hiçbir şey söylemiyor, sadece kalkıp Engizisyoncu’yu öpüyor.

Burada ne anlamamız gerekiyor? Eğer bir argümanı kazanıyorsanız, karşı tarafın dudağını mı öpmelisiniz? Tam olarak öyle değil. İsa’nın cevabını, kelimelerle ifade edilemeyecek bir sevgi eylemi olarak düşünebiliriz. Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu sevgi eylemi konusu daha derinlemesine işlenecek ve daha iyi anlaşılacak. Ve İsa, mucizeleri gerçekleştirse inanmak daha kolay hal alacaktı. Neden yapmadı? Çünkü İsa özgür iradenin varlığına saygı duyuyor.

Bu hikayeyi anlatan Ivan’dır ve Ivan hikayesini bitirdiğinde tekrar Alyoşa’ya döneriz. Alyoşa, Engizisyoncu’nun hikayesindeki dini eleştiriyi görür ve ağabeyine bir kalem getirerek şöyle der: ‘Eğer bu kalemin tasarımcısı var ise, İsa hakkında söylediğin hiçbir şey geçerli olamaz.’ Burada Alyoşa, kelimelerden çok eylemleriyle bir şeyler ifade eden bir karakterdir. Ivan’a, Engizisyoncu’nun hikayesindeki yaklaşımı taklit ederek karşılık verir; o da ağabeyini öper.

Ivan gerçekten gizemli ve ilgi çekici bir karakterdir. İmanın ve ahlakın ne anlama geldiğine dair görüşlerini anlamak için onun meşhur sözlerine bakmalıyız: ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır.’ Ivan’a göre, insan ahirete inanmadığı takdirde ahlaklı olmak çok zordur çünkü bu dünyadaki tek fırsatını kaçırmak istemeyecektir ve egoist bir şekilde davranacaktır. Fakat ilginç olan, Ivan’ın babasının da dinsiz olmasına rağmen dinin var olmasını istemesidir, çünkü dinin toplum için gerekli olduğunu düşünmektedir.

Burada bile günah zincirini görebiliyoruz. Başta çocuğun neden bu kadar öfkeli olduğunu çözmeye çalışıyor, ama sonra fark ediyor ki kardeşi yüzünden. Abisinin davranışını sorgularken aslında bu durumun altında daha derin nedenler olduğunu anlıyor. Kitabın üzerinde durduğu başka bir nokta ise itiraf meselesidir. Zosima’ya göre bir insan ister Tanrı’ya inansın ister inanmasın, bir suç ya da günah işlediğinde bunu itiraf etmek ister. Çünkü rahatlamak ister. Yükünden kurtulmak ister. İstediği kadar öbür dünyada ceza almayacağını düşünsün ya da bu dünyadaki adaletten kaçabilsin, yine de o günah kişinin yanına kalsa bile, itiraf etme arzusu vardır. Bu insani midir? Evet insanidir.

Kitapta buna benzer bir olay da yaşanıyor: Zosima’nın yanına varlıklı bir adam geliyor ve bu adam, zamanında karısını öldürdüğünü itiraf ediyor. Ancak daha sonra bu suçu başka bir adamın üzerine yıkmayı başarmış ve o kişi de ölmüş, dava kapanmış. Yani bu zengin adam, şu an dünyadaki cezalardan kurtulmuş durumda. Ama gene de günahı kendisinin işlediğini bildiği için vicdan azabı duyuyor ve sonunda kendini tutamayıp günahını Zosima’ya itiraf ediyor.

Dimitri’nin mahkemeye çıktığında hissettiği huzur belki de buradan kaynaklanıyor. Çünkü o da biliyor ki bu cinayeti işlemiş olmasa bile belki bir şekilde kendisinin de payı vardır. Babasıyla sürekli çatışmış, yeri geldiğinde onu öldürmekle tehdit etmiştir ya ve babasının ölüm haberini duyduğunda içten içe belki rahatlamıştır ya. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir derler öyledir. Emmiştir. Dimitri, işlemediği bir suç karşısında vicdan azabı çekiyor ve bu duyguyu mahkeme yoluyla itiraf etmiş oluyor, bu yüzden de içini bir rahatlama kaplıyor. İnsan basit bir varlık.

Hikaye böyle devam ederken cinayetler, mahkemeler ve sıkıntılarla Ivan yavaş yavaş akıl sağlığını kaybetmeye başlıyor. Ivan, şeytani suretler görmeye başlıyor ve itiraf kavramı burada yeniden devreye giriyor. Ivan da fark ediyor ki bu cinayeti Smerdyakov işlemiş olabilir, ama onu bu suça sürükleyen düşünceler Ivan’a ait. Ivan başta bunu kabul etmese de, sonunda anlıyor ki onun da bu cinayette payı vardır. Ivan’ın şu sözleri, her şeyin mübah olduğu düşüncesine ne kadar kapıldığını gösteriyor: “Her şey mübahtır, bunu size ben öğrettim!” Ivan’ın bu fark edişi, onun zihninde bir bardağı taşıran son damla oluyor. Vicdan azabı çekiyor ama bu durumu kimseye itiraf edemediği için sonunda deliliğin eşiğine geliyor. Delirmiş de olabilir bilemiyoruz.

Kitabın sonlarına doğru Alyoşa tüm bu kaosun içinde iyilikten kopmamayı başarıyor. Hristiyan dindar Alyoşa. Ailesi dağılmış, dostları mahvolmuş olmasına rağmen Alyoşa küçük çocuklara yardım etmeye, çevresine iyilik saçmaya devam ediyordu. Dostoyevski, sevginin yalnızca kelimelerle değil, harekete geçerek gösterilmesi gerektiğini savunuyor yani sevgi eylem gerektirir. Fenerbahçeli bir abimizin güzel bir sözüdür. Kitabın sonunda çocuklar Alyoşa’nın arkasından “Yaşa Karamazov!” diye bağırıyorlar. Bu, Karamazov isminin, toplumun gözünde kötü şöhretle anılmasına rağmen, Alyoşa’nın çabaları sayesinde yeniden yüceltilen bir isim haline gelmesini gösteriyor.

Bu kitapta en çok öne çıkan temalardan biri, sevgi ve din arasındaki ilişki. Dostoyevski, sevginin kurtarıcı bir güç olduğunu, sevginin eylemle gösterilmesi gerektiğini savunuyor. Bir yerde izlemiştim; konuşmacı, hayatı boyunca istismara uğradığını, sevilmediğini ve bir katliam yapmayı düşündüğünü anlatıyordu. Ancak bir arkadaş edinmesi ve bu arkadaşın ona sevgi göstermesi sayesinde bu korkunç plandan vazgeçtiğini söyledi. Konuşmacı, “En sevilmeye layık olmayan insanları sevmeye çalışın, çünkü onların en çok ihtiyacı vardır,” diyor.

Bu, Karamazov Kardeşler’deki sevginin kurtarıcı rolüyle örtüşüyor. Ancak yine de herkesin sevgiyle ilgili bazı soru işaretleri vardır. İnsan herkesi sevebilir mi? Tecavüzcüleri, teröristleri sevmek mümkün mü? Kimisi, sevginin yalnızca hak edenlere gösterilmesi gerektiğini düşünebilir. Bu durumda Dostoyevski’nin savunduğu sevgi anlayışı ne kadar geçerli olur? Herkesi sevmek, onları düzeltir mi? Bazı insanlar kötülükten zevk alıyor olabilir ve onları sevmek, bu kötülüğü azaltmaz. Ayrıca, başkasının günahından sorumlu olma düşüncesi her zaman geçerli midir? Bazı seri katiller, çocukluklarında şiddete maruz kalmış olabilir, ama kimisi de sevgi dolu bir ailede yetişmiş olabilir. Yani, her günahın sorumluluğunu başkalarına yıkmak doğru mu? Aklımda deli sorular ve kentsel dönüşümler. Belki de Dostoyevski’nin içinde de Ivan Karamazov gibi bir taraf vardı. Belki de kendisidir.

Bu İçeriği Paylaş
Yazan Ahmet Aydın
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version