İncitsen de İncinme

Necla Karataş 363 Görüntüleme Yorum ekle
9 Dak. Okuma

Asumandan, kar rengi devasa bir ibrişim indi yeryüzüne. İbrişim üzerinde kızıl yakut ile yazılmış şu yazılar okunuyordu: Neden yürek incitirsin ey zalim dil? Bilmez misin ki, incittiğin yürek senin yüreğindir!

“Aşktır insanı diri tutan, aşk yüreğe dolduğu zaman, güzelleşir, anlamlaşır insan. Aşksız kalınca bir ceset kadar çirkinleşir… Ey insan, gerçek olgunluğa ve huzura ancak Allah aşkı ve insan sevgisiyle ulaşabilirsin.”

Kardan ak olan ibrişim, bir güvercin gibi Nergis’in avucunun içine kondu. Nergis’in ruhu neşe ile doldu…

Sonra yağmur çisil çisil yağmaya başladı. Her damlada ruh vardı. Kanatsız yağıyordu yağmur; ruh giydiriyordu toprağa, ağaçlara, insanlara, hayvanlara, çiçeklere…

Ve Nergis birden neşeyle uyandı.

“Ne güzel bir rüyaydı keşke hiç bitmeseydi.” diye kendi kendine söylendi.

Nergisin hayatı, gördüğü bu rüyadan sonra değişti.

Nergis’in daha önceleri tek derdi; şan, şöhret ve paraydı. Özünü eğitmeyi, iyileştirmeyi ihmal etmişti. Sınırsız arzuların peşine düşmüştü.

Yüreğini Hak aşkı ve insan sevgisiyle doldurdu. İyiliğin hoş kokulu deodorantını sıktı kalbine. Yüreğindeki ve beynindeki odaları her gün süpürüp, paspaslıyordu. Yüreğinin odalarından çıkan; kini, kibri, sevgisizliği düşmanlığı, kıskançlığı, nankörlüğü çıkarıp, çöpe atıyordu. Ve insan kardeşlerinin yüreklerini incitmemeye gayret ediyordu.

Her gün kendi denizinin derinliklerine dalıp; özünü bilmeye, tanımaya çalışıyordu. Çünkü kendini bilen, Allah’ı bilirdi. İnsanları severdi.

Nergis 35 yaşlarında, gül yanaklı. Evli, 12 yaşlarında da  bir oğlu vardı.

Öğle vakti çardağın altında oturmuş, kitap okuyordu Nergis. Ferforje kapı açıldı, gelen Nergis’in karşıki komşuydu. Nergis, Ona çok değer verirdi. durumu çok iyi olmadığı için de, ona elinden geldiğince yardım etmeye  çalışırdı. Sümbül’ü görünce elindeki kitabı kapatıp, hemen ayağa kalktı. Ve sarıldı dost bildiğine. Biraz sohbet ettikten sonra Nergis sofrayı kurdu; Bol maydanozlu, yeşil soğanlı, kıpkırmızı bir kısır yapmıştı. Yanında da  yoğurt ve turşu vardı. Çevrelerinde, Japon gülleri begonviller, sarmaşıklar… Karşılarında devasa dağlar. Bu muhteşem manzara eşliğinde yemeklerini yediler.

Sümbül, masanın üzerinde duran kitabı eline aldı, kapağını açtı, birinci sayfanın içinde; bir yürek vardı. Ve bu yüreğin içinde, kızıl alev vardı. İkinci sayfayı çevirdi. Ve sesli okumaya başladı:

“Süt içirdi yılana, yem yedirdi geyiğe. Hep aynı gözle baktı küçüğe, büyüğe. Hor bakmadı insana, kutsal saydı, bu dünyada yaşayan her insanı. Birlik beraberlikti tek amacı. Beraberce dost etti aslan ile ceylanı. İncinsen de incitme sen tek bir canı.” dedi Hacı Bektaşi Veli.

Sümbül, kitabı masanın üzerine bırakıp:

“İncinsen de incitme sen tek bir canı.” Düşüncesine katılmıyorum. Bana kötülük edene iyilik yapamam ben. Canımı yakanın canını yakarım. Beni inciteni incitirim.” dedi

“Neden böyle düşünüyorsun sümbül?” diye sordu Nergis.

“İyi valla başkaları, bizi incitsin… Biz de onları affedelim. Bana kötülük edeni asla affetmem.” diye cevap verdi.

“Katı yürekli, hançer dilli insanlar, gönül yaralarlar. Yürekleri inciten, Hakk’ı incitir.

Dilimizi kontrol edip, söyleyeceğimiz sözleri akıl süzgecinden geçirirsek, bundan hem kendimiz hem de başkaları fayda görür. Ve İnsanlar huzurlu olur…Yüreklerinde; kin, öfke, düşmanlık, kıskançlık, sevgisizlik, kibir bulunan kişiler mutlu olamazlar Sümbülcüğüm. “Dil keskin bir hançer gibidir. Sahip olunmaz ise, nasıl ve nerede keseceği bilinmez. Ve dilin açtığı yara kolay kolay iyileşmez.” demiş Yunus Emre.

Bugün varız, yarın, “Vah öldüü!” diyecekler bizim için. Yaradan’ı bulmak, ona gönül bağlamak, iyi iş işlemek, bilgiyle donanmak, yapabileceğimiz en güzel şeydir. Yüreklerimizi güzelleştirmeye çalıştığımız zaman, dünya kendiliğinden iyileşir, yaşam ballaşır…”

“Fakat bazı insanlar, incitilmeği hakkediyorlar.” dedi Sümbül.

Nergis, çay bardaklarını tazeleyip:

“İncitilmeyi hakkeden insanı bile incitmemeye gayret etmeliyiz. Mevlana da demiş ki: Bütün insanlığa ilan ediniz ki, en büyük kurtarıcı ‘sevgi’ , en yüce insan, seven insandır. Sevgisiz, kainat  bile bir an varlığını koruyamaz.” dedi.

“Herkesin görüşü farklı… Neyse ben kalkayım, kızım birazdan okuldan gelecek.” dedi Sümbül. Ve evine gitti.

Aradan iki gün geçti. Nergis balkonunu süpürüyordu. Sümbül, Nergis’in tavşanına ayağıyla vurup, ”Defol git!” diye bağırdı.

“Ne oldu Sümbül?” diye sordu Nergis.

“Ben senin tavşanını beslemek için ekmedim bu maydanozu. Sahip çık tavşanına!” dedi kızarak.

Sümbül’ün sözleri, Nergis’in yüreğini yaraladı. Ondan böyle bir söz hiç beklemezdi. Hemen dışarı çıkıp tavşanı yakaladı, kafesine koydu. Sonra Sümbül’e: “Tamam Sümbül, bir daha  onu bahçeye çıkarmayacağım.” dedi yumuşak bir ses tonuyla. Ve içeriye geçti. Kendi kendine:

“Dost dedim, canım dedim ,sonra yüreğimden hançerlendim. İncir  çekirdeğini doldurmayan bir şey için  hiç kalp kırılır mı?Halbuki bana bağırmadan, uygun bir dille söyleyebilirdi. Dostun dili, mızrak yarasından acıymış meğer.” diye düşündü.

Güneş, güzel cemalini gösterince dünyaya, Nergis ile eşi uyandı. Vize işlemleri için Gaziantep’e gideceklerdi. Hemen giyinip, birer kahve içtiler.

Nergis kapıdan çıkarken, oğluna:

“Oğlum, tavşanı sakın kafesten çıkarma, Sümbül teyzenin maydanozlarını yiyor. Yazık kadın bu maydanozları yetiştirebilmek için emek vermiş. Emeğine saygı duymalıyız. Arık tavşanı bahçeye çıkarmayacağız, tavşan duvardan atlayıp, bahçesine gidiyor. Lütfen oğlum, sakın tavşanı bahçeye  çıkarma tamam mı?” dedi. Ve eşiyle arabalarına binip, yola çıktılar.

Gece saat 22:00’de geldiler eve. Yol yorgunu oldukları için hemen yattılar.

Sabahleyin Nergis bahçeye çıktı. Sümbül onu görünce bağırarak:

“Tavşanın gene bahçeye girmiş, maydanozlarımı yemiş. Sen tavşanı bilerek bıraktın bahçeme değil mi? Sen nasıl insansın ya?” dedi.

“Sen ne diyorsun Sümbül, Senin emeğine sonsuz saygım var! Biz gece saat onda geldik  Antakya’ya. Dün sabah erkenden vize işlemleri için Gaziantep’e gittik. Oğluma da, tavşanı sakın dışarı çıkarma, diye sıkı sıkı tembihlemiştim! Hayvan kaçmış.”

Nergis, maydanozun ekili olduğu yere gidip baktı. Tavşan sadece beş yaprak yemiş. Maydanozların dalları olduğu gibi duruyordu.

Sümbül, Nergis’in konuşmasına, özür dilemesine  bile fırsat vermeden, taramalı tüfek gibi:

“Seni iyi bir insan zannediyordum… Seni sildim artık. Sen anlayışsızın tekisin!” dedi.

Nergis’in yanaklarındaki al güller sarardı. “Seni iyi insan zannettim” sözleri, bir kurt oldu, dişledi, kanattı yüreğini!

Nergis, evine geçip, bir istiridye gibi kabuğuna çekildi: Göz yaşları sel oldu, yüreğine aktı.

“Ben sevgimle, şefkatimle can vermeye çalışmıştım bu dostluğa. Bir ceylanı besler gibi  beslemiştim. Bana göre dostluk çiçeği, çiçeklerin en güzeli, en değerlisidir. Bir kardeş kazandığımı zannedip, çok mutlu olmuştum…” diye düşündü.

Nergis akşam üstü balkonda oturuyordu. Aklına, Mevlana’nın bu incileri geldi: “Hataları örtmede gece gibi ol, tevazu da toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol…” Sonra, hemen mutfağa gitti, Gaziantep’ten getirdiği baklavadan bir tabak doldurup, sümbülün kapısını çaldı.

Sümbül: “Git buradan!” dedi bağırarak.

Nergis başını önün eğip evinin yolunu tuttu.

Yüreği acıyordu Nergis’in, evinin önündeki asma çardağının altında oturdu. Ve düşüncelere daldı: “Bu çetrefilli dünyada yaşarken, bir çok  insanla tanışırız. Kimileri hayatımızı zindan ederler, kimileri de hayatımızı güzelleştirip, iyileştirirler… Sonra da sessizce hayatımızdan çıkıp giderler… Her insan ve her olay bize bir şeyler öğretir, bize bir şeyler katar ya da bizden bir çok şey alıp götürür… Tanıştığımız insanlar bize ya ders verirler, ya da bazı değerleri yitirmemize sebep olurlar… İnsanlar, yüreğimize zehirli oklarını saplasalar bile, içimizdeki insanlık tohumlarını çürütmemeliyiz. İnsanlığımızdan  ödün vermemeliyiz. Sararmış solmuş bunca ot arasında inadına yemyeşil, yemyeşil kalmalıyız! İtin seviyesine düşen insanın, itten farkı kalır mı? İnsan yüreğini temizleye temizleye yücelir…”

“Eğer insan isen, canını sıfatı hayvandan kurtar ve sıfatı Hak’da mefsul ol. Zira sıfat insanı oldurur.”

Daha din, dil, ırk diye bir kavram yok iken, çook eskiden, bir Kabil, bir Habil yaşarmış yeryuvarında. Kabil; kıskanç, kindar, öfkeli ve hırslı… Habil ise; olgun, şefkatli ve iyi yürekli…

Allah Kabile: “Yüreğini sevgiyle, iyilikle doldur, doğru yoldan ayrılma…” dedi. Ancak Kabil Yaradan’ını dinlemedi.

Yüce Yaradan, Habil’i, iyi yürekli ve olgun  bir insan olduğu için övdü. Bu yüzden Kabil öfkelendi.

Habil’i kandırıp, kıra aldı. Yalnız oldukları bir zamanda, karardı gözleri, merhametsiz yüreği, şeytana uydu. Ve masum kardeşini katletti. Öfkesi geçince pişmanlık duydu Kabil… Ancak pişmanlık artık kardeşini geri getiremezdi. Kabil, bir kardeş katili…Yürek inciten insanlar da tıpkı Kabil gibi…Onlar da manevi kabillerdir aslında… Dilleriyle insanları öldürürler…

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version