İnsan Olmak

48 Görüntüleme
6 Dak. Okuma

İnsan olmak, olabileceklerimizin içinde en zor olanıdır. Sorgu merciinin biz olmadığımızı anlamamız gerektiği gibi, haddimizin de bu yönde olamayacağını da anlamamız ve öğrenmemiz gerekir. Herkesin mesuliyeti önce kendisine, daha sonra ise çevresinedir. Bu mesuliyet haklara tecavüz veya saldırı olarak asla algılanmamalıdır. Saldırı anında zarar görecek ilk kişinin kendimiz olacağımızın farkına varamadığımız müddetçe, hayat denizindeki çırpınışımızın son bulması mümkün değildir. Kendimizi hariç tutup diğerlerini suçlamak, sorgulamak, yargılamak dünyadaki kendi cehennemimizi oluşturmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

İnancımızın ne yönde olduğundansa, insanlığımızın hangi yönde olduğu önemlidir. Çünkü insanlığımızın herkesi bağlayıcı özelliği vardır. İnsanlığını kaybetmiş bir topluma hangi kitap gönderilse, hangi kurtarıcı gelse, hangi doğru söylemlerle yaklaşılmaya çalışılsa veya hangi yaptırımlarda bulunulsa da, o toplumun yozlaşmış ve körelmiş öngörüsüyle varlığını sürdürebilmesi imkânsızdır.

İnsanın ilk görevi, insan olabilmek ve insan olarak kalabilmektir. Kendimizce çevremize veya diğer canlılara karşı bir görev edinmek istiyorsak eğer, ilk görevimizi insan olabilmemiz yönünde belirlememizin gerekliliği muhakkaktır. Bunu yapabildiğimiz takdirde, üzerimize vazife olmayan şeyler kendiliğinden son bulacaktır. Vazifemiz kendi vicdanımıza, merhametimize ve hoşgörümüze sahip çıkmak iken, yalan ve yanıltıcı söylemlerin peşinden gitmek, ahmaklığımızın ve akılsızlığımızın sonucudur. İnsanlık yolunda kat etmemiz gereken mesafe ise vicdanımıza olan yakınlığımız kadardır.

En güzelini ve mükemmelini isteyişlerimiz, insan olmamızın sonunu getirir. Mükemmeliyet insana ait bir vasıf asla değildir. Bizler hatalarımızla, yanlışlarımızla, kaybettiğimiz yolumuzla insanız. İnsanlık yolu, yaptığımız hataların oluşturduğu uçurumlar ve yaptığımız yanlışlarımızla bulduğumuz doğru yollardan oluşur. Önemli olan ise o yolda olmak ve asla vazgeçmemektir. Her kim ki mükemmel olduğunu düşünüyorsa, kim olduğunu ve insanlığını aramıyorsa, geçen zamanın sonsuz boşluğunda kayboluyor demektir. Zamanın hızla geçtiğini fark edip, serzenişte bulunmak ise cahil cesaretinin ta kendisidir. İnsana, hayvana, doğaya ve var olan her cana duyduğumuz saygı kadar insanız.

Her birimiz kurulu ve işleyen bir düzene doğmadık mı? Hayata gözlerimizi açtığımız ülkelerimiz farklıydı belki, belki ailelerimiz, belki de çevrelerimiz… İnsan olarak dünyaya geldiğimiz hayatlarımızda, insan olarak kalabilmemizdi aslolan. Bazılarımız insan olduğumuzu unuttuk, bazılarımız ise insan olduğunu unutanların içinde kaybolduk. İçimizde bir de vicdan taşıdığımızı ise hatırlamaz olduk. Ya unutmak işimize geldi ya da hatırlamamak!

İnsanlığın renginin olmadığını bilmiyor muyduk ki insanları siyah veya beyaz diye ayırdık. İnsanlığın dininin insanlık olduğunu bilmiyor muyduk ki insanları dindar veya dinsiz olarak ayırdık. İnsanlığın dilinin sevgi olduğunu bilmiyor muyduk ki insanları dillerine göre ayırdık. Ülkeleri ayırmak için çizilen sınırların, insanları ayrıştırmak için çekilmiş birer tel örgü olduğunun ise nasıl farkına varamadık? Doğacağımız yeri seçebilme şansımız bile yokken, insanları ırklarına göre ayırarak, aslında insanlığı ayrıştırdığımızı göremeyecek kadar kör mü oldu gözlerimiz? Hayattaki en büyük sınav düşünmek ve anlamaktır.

Biz insanlar neden hep kolay olanı seçeriz? Zengin olmak isteriz ama çalışmak istemeyiz. Sözümüz dinlensin isteriz ama sözcüklerimizin anlamı var mı hiç önemsemeyiz. İnançlardan bahsederiz ama inancın insanlıktan geçtiğini düşünmeyiz. Çabalamadan kazanmak isteriz, emeklemeden koşmak! Görmeden bakıyoruz, anlamadan duyuyoruz, düşünmeden yaşıyoruz. Yaşam yolunun önyargılardan arınılmış, sınırlar koyulmamış, eşit yaklaşılmış, ayrıştırılmamış ve ayrışılmamış engebesiz bir yol olması gerekir. Aldığımız tek bir nefesi bile kibrimize kurban etmememiz gerektiğini, buna da ‘İnsan olabilmek’ denildiğini atmışız en derinlere de; yaşamanın kendi menfaatimize olan sığlığında boğulup kalmışız.

İnanç kisvesi altında elimize aldığımız kırbacı öyle sıkı savuruyoruz ki önümüze gelene, kendilerini savunabilmek uğruna kırbaca doğru kin ve nefretle atılanları inançsızlıkla suçluyoruz. İnanca düşman ettiklerimizi, sonra da inançsız oldular diye yargılıyoruz. İnancı bir kırbaç gibi tutanın bir insan eli olduğunu unutuyor, sonrasında da inançları sorguluyoruz. Üstümüze vazife olmayan her şey hakkında olan fikrimizin diğer canlılara verdiği zararı ya görmüyoruz, ya da görmek istemiyoruz. Zor olanda tıkanıyor, kolay olana akıp gidiyoruz. Yolun da, yönün de yanlış olduğunu hissetmemize rağmen, hislerimize kalp gözümüzü kapatıp, bakarak görülemeyecek olan hakikate, bakan ama göremeyen gözlerimizle ulaşmaya çalışıyoruz. İnanmak için gözün kefaletine güveniyoruz da, ruhumuzun kefaletine yüz çeviriyoruz. Olmuş veya olabilme ihtimali olan hoşumuza gitmeyen şeyleri hayatın sorumluluğuna yüklüyoruz. Hayatın içinde ve hayata hareket veren bizler değil miyiz oysa?

Kendimize bir çukur kazarız. Sonra da o çukura kendimizle birlikte diğer insanları da çekmeye çalışırız. Tek başına düşeceğimiz çukurun derinliği, kendimizle birlikte çukura sürüklediğimiz insanların çokluğuyla sığlaşır çünkü. Hayatımızın en zorlu mücadelesi nefsimizle olandır. Ne kadar okumuş, ne kadar yazmış olursak olalım, en okumamış ve en cahilden farkımız, kendimize söz geçirebildiğimiz kadardır. Bilenle, bilmeyeni ayıran tek şey kendimizi ne kadar bildiğimizdir. Henüz kendinin bile ne olduğunu bilmeyen bir insanı, insanlık yolunda görmek mümkün değildir. İlk olarak kendimize yöneltmemiz gereken soru “Ben ne kadar insanım?” iken, dönüp de başkalarının ne kadar insan olduğunu sorgulamak, cehaletin ve kendini bilmezliğin en üst seviyesidir. O seviyeye yükselen insanın, aşağıya baktığında göreceği şey aslında kendi hiçliğidir. Ama görmez! İnsan, doğasında var olan bencilliğini doğru bir şekilde kanalize edebilirse eğer, ‘sırf kendi çıkarları doğrultusunda olsa bile’, diğer tüm canlılara saygı duymayı ve onlarla birlikte ancak var olabileceğinin bilincine erişebilir. Bencilliğimizin, egomuzun, nefsimizin ve benmerkezciliğimizin inkârından vazgeçip, onunla barışmayı ve bizdeki varlığını dürüstçe kabul etmeyi başarabilirsek yanlışı doğruya evriltip, yaşanası bir dünya var edebiliriz. Bilgi edinimlerimizi çevremize yaymak istememizin en büyük sebebi; rahat, huzurlu ve konforlu bir hayat sürebilme arzumuzdur. Bu bencilliğimizin eseridir ve olumlu bir işleyiştir. Bilge insan; çevresi ve var olduğu dünyanın cehaletinin ağırlığında, kendi bilgeliğinin barınamayacağını bilen insandır.

Bu İçeriği Paylaş
Bağlantılar:
Yazar
Yorum yap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version