Bütünün bir parçasıdır insan! Ne doğadan ayrı bir yere koyabilirsiniz, ne de başka bir canlıdan ayrıştırabilirsiniz. Tek başına olanın, hiç başına olduğunu neden unutuyoruz hiç bilmiyorum. Sürekli ayrışıyoruz; diğer insanlardan, ailelerimizden, hayvanlardan, bitkilerden… Bir türlü bütünün bir parçası olamıyoruz. Bölünerek çoğalan tek canlının amip olduğunu unutup, birleşerek çoğalacağımızı nedense anlayamıyoruz.
Sevmeyi neden unuttuk? Gökyüzünün mavisini görmez oldu ruhlarımız… Denizin kalbimiz kadar engin olduğunu unuttuk. Doğanın bizim için söylediği şarkıları duymaz olduk. Çelimsiz kelimeler yerleşti dudaklarımıza! Derin sözcükler mazide kaldı. Hele aşk! Aşk, koca bir yalana dönüştü. Bencilliğimizde boğulmamak için; sevdiklerimizin yakasına yapışır olduk. Sevdiklerimiz dedim ama sevginin gerçek halini hatırlamaz olduk. Teknolojiyi hayatlarımıza aldık; o da bizim insanlığımızı aldı. Bir tweet kadar yakın olduğumuzu zannederken, bir asır kadar uzaklaştığımızın bilincine eremedik. İnsanın insana olan ihtiyacını fırlatıp attık bir kenara; menfaatlerle bezedik ömürlerimizi. Çalışmadan kazanmak istedik ve uğraşmadan sahip olmak… Parayı en başköşeye oturtup, önünde saygıyla eğildik. En önemli varlığımız olan insanlığımızı öyle köhne bir yere fırlattık ki; şimdi arasak da bulamıyoruz. ‘Ben hiç sevilmedim’ diyene; ‘peki sen hiç sevdin mi’ diye neden hiç sormuyoruz? Dillerimizi lal ettik, kulaklarımızı sağır… Bir kısırdöngüye hapsettik sayılı zamanımızı. Sürekli tüketirken, tükendiğimizi hiç göremedik! Bir ‘keşke’ doladık dilimize; kimseyi değil de, kendimizi kandırdık. Suçladık! Kendimizden başka herkesi, her şeyi suçladık! Oysa ki hayat, mazereti hiç sevmez. Mazeretlerle tıkadık yollarımızı… Dönüp de bir bakmadık, bu hayatın neresindeyiz diye! Kendimizi, yine kendimize kırdırdık. Aileler kurduk, betonların içine hapsettik. Halbuki yeri yüreğimizdi sevdiklerimizin. Kendimize sunduğumuz özgürlüğü; bir çiçeğe sunmadık, dalında yaşayabilmesi için. Kopartıp soldurduk; aynı ruhumuzu bedenimden kopardığımız gibi. Ağlayıp, akıttık yaşlarımızı şiddetli bir yağmurcasına başka bedenlerin üzerlerine; hiç acımadan! İçten bir gülümsemeyi ise esirger olduk.
Çıkardık hayatlarımızdan; yaprağın yeşilini, kelebeğin kanadını, bir kedinin mırlamasını… Uğur böceklerini, dileklerimizle uçurmayı unuttuk. Öyle büyük bir çember çizdik ki çevremize; kendimize bir çıkış yolu bırakmadık. Gidemeyeceğimizi zannedip, kaldık; kalabileceğimizi zannedip, gittik. Hırsız değildik ama umutları çaldık. Belki katil değildik ama; sevenlerimizi, sevgisizliğimizle öldürdük. Sonra da bir sigara yaktık efkarlı efkarlı… Bu hayatın gelmişine geçmişine derin bir nefes çektik! Dilimizden dökülen keskin sözlerin, kulakları tırmalayan gürültüsü; kalbimizin sesini duymamıza engel oldu. Yalanlar dolandı boynumuza; ‘yeter artık’ diye inliyor. Bir şarkı çalıyor ta uzaklarda… Eksik kalmış melodisi, aynı bizler gibi! Rüyaları uykulardan çalmışız da, kabusları koymuşuz yerlerine. Bir tatlı sözü kendimize bile söylemez olmuşuz. Aynaya bakmaya korkan gözlerimizi, kendimize yummuşuz. Bir el çekip alsın bizi bu karanlıktan diye bekliyoruz ama o elin bize ait olduğunu nedense bilmiyoruz.
Kendine tutunamayan, hayata tutunamaz; bunu neden anlamıyoruz? ‘Sen’ , ‘ben’ olup da dillerden dökülenler, biz olamadıkça; bir meltemin esintisiyle bile dağılabileceğimizi düşünmenin ağırlığı var üzerimde.