Eşyalar olduğu gibi yerinde duruyordu. Yatağında uzanmış odasının tavanını izlerken bakışlarını dolabına çevirdi. Yarım açık kalmış sürgülü kapı sabah aceleyle o şekilde bırakılmıştı. Dolabının üstüne koyduğu kutular aynı şekilde yerindeydi. Yerdeki çorapları, yarım kalmış kitabı, dibinde su kalmış bardağı, gece yenilen çikolatanın paketi… Her şey yerinde duruyordu. Odanın içinde farklı olan tek şey kendisiydi.
Düşündü. Ruhu bazen acı içindeydi, bazen neşe. Ruh halinin değişikliği kızgın bir demir gibi dağlıyordu benliğini. Değişmişti, değişiyordu ve değişecekti. Düşündü. Herkesin bir ışığı vardı. Kimininki parlak çok parlak, kimini ki sönük olan içten gelen bir ışık. Gözlerini tekrar tavana dikti. Işığımı mı söndürüyorlar acaba diye düşündü. Ama ışığımız içimizde olduğu sürece hep parlamaya devam edecekti. Bazı insanlar ve bazı olaylar ışığımızın parlaklığını azaltsa bile hep parlamaya devam edecek diye düşündü. Komşunun köpeğinin havlamasını duydu. O bile aynıydı. Hep bu saatte havlardı. Kalktı, aynaya baktı ve yüzünü inceledi. Gözlerinin içine baktı. Işığını kontrol etti. Işığı gözlerinden taşıyor muydu? Parlaklığı ne kadardı? Kapı çaldı. Kapıyı açtığında tanıdık bir yüz gördü karşısında. Ama bu kişiyi tanımıyordu. Kim olduğunu sordu, duyduğu şey karşısında kalakaldı. Ben senim. Bu ne demek oluyordu? Nasıl yani, karşısında 15 yıl sonraki kendisi mi vardı? Rüya mı görüyordu yoksa delirmiş miydi?
Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Gelecekteki kendisi hala karşısında duruyordu. Neden geldin diye sorabildi sadece. Gülümsedi gelecekten gelen. Sana ışığı anlatacağım dedi.
Işığımız auramız ne kadar güzel anlatılmış. Derin manalar barındırıyor anlayana. Yazar içindeki hüznü yazısına da yansıtmış. Duygu yüklü yazılar kadar insanı daha iyi tanıtan bir şey var mıdır?