Hayatlarımız ilk kez nefes aldığımız anda başlıyor olsa da geçmişe bakıp şöyle bir düşündüğümüzde belirli noktalara yolculuk yapar, onları hatırlarız. Sevinçler, hüzünler, travmalar, pek çok mutlu an. Neler canlanıyorsa zihnimizde oraya ait olduğumuzu düşünürüz. Tabii bir de yaşamımızın bazı noktaları vardır bilincimize işlemiş. Belki bir nesne, bir tat, koku, belki bir doku. Gözlerimiz seğirir sanki bir arayış içerisindeymişçesine. Zaman, bilincimizde kaymış olsa dahi ansızın çıkagelir, uğrar duvarlarımıza. Bu belki hiç hatırlamak istemeyeceğin belki tam ihtiyaç duyduğunda anımsamak istediğin o şeydi. Bu sana ne olduğunu hatırlatan, ait olduğun şeydi belki de.
İnsan, neden kaybolduğunu aradığı geçen zaman diliminde baş ağrılarıyla uyanıyor bir güne daha. Her gün biraz daha acı çekmenin, kendine bunu yapmanın nihayet bağışıklık kazandıracağı düşüncesiyle devam ediyor yaralarını eşelemeye. Kaybını geride bırakmanın, ondan vazgeçmenin bir kazanç unsuru olduğu düşüncesi ile neden devam edemiyor hayatına? Kusurlu hazlar peşinden koşarken kendi yaşam tanelerini sırtına bağlamış şekilde durmaksızın ilerliyor. Her ısrarlı adımı taşıdığı parçaların yollara serpilip yok oluşuna şahitlik ediyorken bunu umarsızca devam ettirmenin büyüsüne hapsoluyor zamanla. Aslında sekteye uğruyor hayatlarımız, ilaçlarla yaşıyoruz hepimiz. Ne yazık ki zamanın yaraları kapattığı yaşları da çoktan geçtik. Düştüğümüzde artık izler dizlerimizde değil, zihnimizin en belirgin noktasında beliriyor ve saklanıyor. Bu yaralar iyileşmiyor, ne yazık ki gün geçtikçe çürüyor en derinlerde. Panzehri ise neden olduğu ağırlığa rağmen devam edebilmek sanırım. Ancak var olan ve üzerine bir gömlek gibi yapışan benliği onun etkilerini alıkoymana izin vermeyecek hiçbir zaman. Artık daha kısa cümleler hatta daha kısa kelimelerle konuşuyoruz. Sanki anlaşılmadığımızı ve daha da kötüsü umutsuz bir şekilde anlaşılmayacağımızı nihayet kabul etmiş gibiydik. Tüm bu karmaşanın ortasında ifade yoksunluğu yaşıyor olsak da bu insanlığın, hepimizin bir savaşı. Her ne olursa olsun yoluna devam edebilenler bunu durdurmayı deneyebilecek. Başaramayanlar ise yıllar geçse dahi tek bir gecede yeniden yenik düşecekler diğer yanlarına. Zihninin bir noktasında bunu sonlandırmayı ve artık bu ağırlıktan kendini yoksunlaştırıp ayağa kalkabilmeyi dileyecek. Ancak kalp ile beynin arasındaki iletişimin sendeleyişi de öyle bir anda olmuyor ve de basit bir şekilde bundan kurtulmana müsaade ediyor olmayacak. Geçen uzun zamanın ve bitmeyen gecelerin de etkisiyle bir çınar olan bu zıtlık en sonunda bir seçim yapmaya zorluyor seni. Zihnimizde gerçekler dalgalanıyorken kalpte pompalanan kan ile birlikte buhar oluyor beynimizin içinde. İşte bu nokta insan olmanın en tuhaf tarafı. Gerçekleri gölgeleyen kalp çoğu zaman daha cazip gelir bizlere. Her şey anlamlı, her şey doğru olmak zorunda değil. Yazmaya devam ettiğim bu satırlarda dahi beynimin içini tırmalayan o cümle yazdıklarımı sönükleştiriyor, yine de devam etmeliyim diye avuturken kendimi bir kelime daha ekleyerek karalamamı sürdürüyorum. İlk başlarda kendimizi kandırıyor olsak da daha sonralarında farkındalığımızın da getirdiği bilinçle “bu benim hayatım; sonunda ne olacaksa, olsun” diyebiliyoruz. Hayatın da insanlar üzerindeki cilvesi bu. Evet, her şey anlamlı olmak zorunda değil ve ilginçtir ki bazen sonuçları da önemli değil. Ne olursa olsun anlıyorsun.
Henüz hala nefes alabiliyorken bir satır daha, bir kağıt daha çöpe atıp bir yenisini tekrardan karalayabiliyorsun. Acılar ya da algılayabildiğimiz güzellikler. Sanıyorum ki yaşamın güzel yanı da bu, farklı bir dünya da kendini kandırabilirsin. Çünkü her ikisi de bir araya gelince her zaman beyaza bürünüp yazacağın son kelime, atacağın adım, yoluna yoldaş olan ve öylece bir köşeden parlayan bir güneş olabiliyor yürüdüğün sonsuzluk rotasında.