Çocukken ne izlerdik şu Heidi çizgi filmini. Ne sıcak, ne içten, ne yufka yürekliydi. Etrafındaki herkesi içtenliği ile etkiler, en donuk suratları dahi güldürür ve ‘sevginin açamayacağı hiçbir kapı yoktur’ mesajını verirdi bizlere. Mamafih sevginin gücü ile beraber Heidi, bir yüzyıl utancını da anlatıyordu. Herkes ayakkabılarıyla dolaşırken, kendisi bütün gün çıplak ayaklarıyla dağ, tepe gezer, ahıra girer, iş yapar, dedesine yardım ederdi. O zamanlar bilmezdik Verdingkinder’in yani ‘Çocuk İşçi’ lafzının Heidi ile arasındaki trajik bağlantısını. Ancak İsviçre 2013 yılında bu sansasyonel trajedisini kabul edip resmi bir özür dileyince, Heidi çizgi filmine artık bambaşka bakıyor ve Heidi’nin yazarı Johanna Spyri için ne cesur davranmış diyoruz. Çünkü İsviçre’nin kara lekesi olan Verdingkinder uygulamasına o dönem ses çıkartmak yürek istiyordu. Kendisi bu gözü pekliği gösterdiği için adına para bile basıldı ve kitabın tüm gelirleri savaş mağdurlarına bağışlandı. Peki neydi bu Verdingkinder uygulaması?
1800’lü yıllarda henüz fakir bir tarım ülkesi olan İsviçre, ucuz iş gücü bulmanın peşindeydi. Bu yüzden hükumet yapılabilecek en gaddar uygulamayı tarih sahnesine çıkardı ve ailesi fakir ya da cezaevinde olan, devlete borcu olan, anne babası ölmüş veya suç işlemiş çocuklar ailelerinden zorla kopartılıp, hiç tanımadığı, bilmediği ailelerin yanına yerleştirildi, sonra bir daha geri dönülüp bakılmadı ve kontrol edilmedi. Şikayetler çokça oldu, buna mukabil hükumet, İsviçre’nin imajı çizilmesin diye bu sızlanmaları hasır altı etti ve tabiri caizse üç maymunu oynadı.
1. Verdingkinder; “Burada dar bir yol vardı. Tepeden tren istasyonu gözükürdü. Biz çocuklar yukarı çıkıp ailelerimiz geliyor mu diye bakardık. Tabi ki bende. Benim annem babam hiç gelmezdi. Bu çok acıydı.”
Çocukların bu acı serüveni köle pazarlarında başlıyordu. Burada ya satılıyorlar ya da kilise bu çocukları gelişigüzel dağıtıma çıkartıyor ve para veren bakıcı ailelere teslim ediyordu. Anne babalarından tamamen ayrılan çocuklar, kapıdan içeri girdiği gibi diğer asil(!) çocuklardan ayrıştırılabilmeleri için, ayakkabılarını bir daha kullanmamak üzere çıkartıyor ve artık çıplak ayakla geziyorlardı.Korkularını ve gözyaşlarını içlerinde tutup, kendilerine ayrılan ahırdaki bir köşe ya da şanslılarsa evin kilerini odaları belleyip, başlıyorlardı çalışma hayatına. Ancak yemek vakti ailenin diğer üyeleri ile aynı masada oturmak yasaktı. Hak ettikleri gibi ayakta yemelilerdi ya da ahırdaki özel odalarında. Hatta bazen yemek bile verilmezdi çünkü evdeki köpek kadar bir vasıfları yoktu, hiyerarşiyi bilmelilerdi!
2. Verdingkinder; “Benim onlarla birlikte yemek yememe asla izin vermezlerdi. Evin yanındaki penceresiz bir kulübede yaşar, yemeğimi de orada yerdim.”
3. Verdingkinder; “Hiç bir zaman sofraya onlarla birlikte oturamazdık. Yemeğimizi ayakta lavabonun başında yemek zorunda kalırdık. Her zaman ayakta yerdik.“
Maalesef henüz 4 yaşındaki çocukların da bulunduğu çocuk işçiler tarlalarda, ağır işlerde çalıştırılıp hayata hazırlanıyordu. Ancak imtina ile bakılması gerekirken dayağın eksik olmadığı bu aile uygulamasında çocuklar, gece geç saatlere kadar tahakküm altında çalışan ve hiçbir söz hakkı olmayan kölelerdi.
4. Verdingkinder; “Kışın onlar pantolon ceplerimi dikerlerdi, ellerimi cebime sokamazdım, çalışırsan ısınırsın derlerdi.”
Sayısız fiziksel ve psikolojik istismara uğrayan çocuklar bu uygulama sonunda hayata küsmüş, temiz ruhları tarumar edilmiş, hemen her gün istismara uğramış, şiddetten ve aşağılanmaktan başka görebileceği bir insani değerle, sevgi ve merhametle tanışmamış ve bu şekilde hayata ya devam etmiş, ya bakımsızlıktan ölmüş ya da öldürülmüştür.
5. Verdingkinder; “Okula başlayınca çok mutlu oldum çünkü kimse bana vurmuyordu.”
6. Verdingkinder; “4 yaşında verdingkinder olarak verildiğimde inancımı kaybettim çünkü her gün sadece çalışmak ve dayak vardı.”
Devlet-Kilise işbirliği ile sürdürülen bu insanlık dışı uygulama 1920-1970 yılları arasında 100.000’lerce çocuğun hayatını karartmış, güya fakir ailelerden kurtarılan çocuklar özgürlüklerine(!) kavuşturulmuştu. 1930 yılında çalışan tarım işçilerinin %20’si 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyordu. Ki gerçek rakam bunun en az 2 katı!
Peki bu mağdur çocukların kaderi nasıl değişti? Önce bir Rus doktor çiftlikte çalıştırılan bir erkek çocuğun çok defa tecavüze ve psikolojik şiddete uğradığını ve sonunda öldüğünü görünce bu durumu rapor etti ancak İsviçre hükumeti sessiz kalıp bu raporu görmezden geldi. Bunun üzerine sendikalar ve kadın örgütleri seslerini yükseltince, hükumet geri adım atmak zorunda kaldı ve nihayet 1974 yılında bu insanlık dışı uygulama yasa ile kaldırıldı.
İsviçre yıllar sonra bu çocuklar için manevi tazminat ödemeyi kabul etti ve resmi bir özür dileyerek geçmişiyle yüzleşti. Çünkü yarım kalan şu geçmiş ya bitirilmeliydi ya da paçasından geri doğru sürükleyen bu acı ile yola devam edilecekti. Onlar yarım kalanları her ne kadar yaşanan acıları unutturamayacak ve geçmişi değiştiremeyecek de olsa, tazminat ödeyerek hallettiler. Hallettiler,yoksa yarım kalan, onlardan alacaktı.
Yıllar sonra gelen bu adalete, adalet diyebilir miyiz? Orhan Gazi’nin şu sözü cevaplıyor aslında bu soruyu; “Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa da, geciken adalet zulümdür!”