Her birimize bahşedilen ömür süzgeçlerimizden, farklı hayatlar süzülebilir evrenin derinliklerine. Hayat denilen geçici oyun sahnemiz; tercihlerimizle, seçimlerimizle, belki de hiç ummadığımız bir şansla veya bizim adımıza, bizden başkası tarafından planlanmış bir oyunla da şekillenebilir. Buna kader de diyebiliriz ancak böyle diyebilmemiz için irademiz dışında gerçekleşmesi gereken şartlar barındırması gerekir.
Bedenlerimiz, dünyada görünür olabilmemiz için ruhlarımıza şekil veren yaratıcının süslemesidir. Yeni bir canlının dünyaya gelebilmesi için, başka bir beden görevlendirilir sığınak olarak. Doğal veya yapay yollarla olsun; bir beden, başka bir bedenin oluşumuna aracı olabilmek için var edilmiştir. İnsan, içine düşen hazinenin değerini; gözüyle görmeden, dokunmadan, tartmadan ya da ona ulaşabilmek uğruna çaba göstermeden bilemez. Hiç birimiz kavuşacağımız hazinenin değerine karar veremeyiz. Kader girer devreye… Sonrasında iki seçenek sunar bizlere kader; sevecek misin, yoksa red mi edeceksin? Sınavımız tam da o anda başlar.
Evlatlarımız hazinelerimizdir. Bazısı altın, kimisi yakut, belki de gümüş ya da elmas… Bizlere verilen bu paha biçilemez hediyeleri kadife kutularda saklar, kırmızı kurdelelerle düğüm atarız üzerlerine. Bilmeyiz attığımız o düğümlerin, belki de gelecekteki hayatlarına attığımız, kördüğüm hâline dönüşebilecek tılsımlar olabileceğini.
Altın değerlidir. Üzerine bir de elmas işlenirse kıymetine kıymet katılır. İnsan daha da değerlidir. Ancak insanlığına, başkasının iradesi zorla zerk edilirse insani değerini yitirir.
Hiçbir evlat ana, babanın malı; hiçbir ana, baba evladının kölesi değildir. Denge, ilk aile evinde başlar. Ayarı bozuk bir kantarla tartılmak zorunda kalan insan, bilemediği değeriyle dış dünyaya ayak uydurmaya çalıştığında yanlış bir yola yönelebilir.
Ailelerin ilk görevi birbirlerini ve çocuklarını her ne olursa olsun çok sevmek ve onlara da nasıl sevileceğini göstererek öğretmektir.
Çocuklarınız soruyordur ya da sormuştur sizlere; Ne yaparsam beni reddedersin? Verdiğiniz cevapları bilemem ancak ben şöyle cevap vermiştim kendi çocuklarıma; ‘Her ne yaparsanız, her ne olursanız olun sizden vazgeçemem.’ Verdiğim bu cevap çok iddialı ve belki de mümkün olamayacak, hatta sonunun ne olacağını bilemeden verdiğim bir cevaptır. Fakat çocuklarımın kendini güvende ve asla yalnız kalmayacaklarını hissedebilmeleri için vermem gereken bir cevap olduğu için, onlara bu sözü verirken hiçbir zaman tereddüt etmedim. Sevildiklerini, asla terk edilmeyeceklerini, bir gün gitmeleri gerekse bile dönebilecek bir yuvaları olduğunu bilmeleri, inanın ki onları büyük hatalar yapmaktan alıkoyacaktır.
Ben de biliyorum hiçbir suçu günahı yokken evladı tarafından eziyet gören aileleri, canlarını verseler bile akıllanamayacak evlatlarını… Bunlara istisnai durumlar demekten başka bir şey gelmiyor elimden. Alt yapılarında mutlaka başka sebeplerin yattığını düşünüyor olsam da, bunun hakkında kesin yargıyı bildirebilecek kişiler bu konunun meslek erbapları olabilir ancak. Yazdıklarım ve inandıklarım kendi şahsi kanaatlerimdir.
Çocuktur unutur, anlamaz, fark etmez, söyleyemez, susar, korkar zannettiğimiz her birey yaşını aldıkça, bu düşüncelerimizin ne denli yanlış olduğunu çok acı tecrübelerle öğretebilir her birimize. Sonrasında o bireyi suçlamamız ne kadar doğru olabilir? İşte bu, sonu gelmez bir tartışma konusudur.
Asıl mesele çocuklarımıza sunduğumuz koşulsuz sevgimiz, evlatlarımızın yaradılışından gelen özelliklerini kusur olarak görmememizdir. Sevgisini, ilgisini ve emeğini koşulsuz ve karşılık beklemeden çocuklarına hediye eden anne ve babalar, yeryüzüne gönderilmiş meleklerdir.
‘Hatasız, günahsız, yalansız, riyasız bir yaşam vardır; başarabiliriz!’ diyemiyor olsam da; ‘Aile sevgisini hissetmemiş, mahrum kalmış, ilgiye muhtaç, sözlü veya tensel tacize uğramış, karnı aç dolaşan, tok olsa da güvene muhtaç yaşayan çocuklar var şu dünyada’ diyebilirim.
Kesin ve keskin ahlâki kurallar; aile birliğimizin, insanlığımızın, içinde yaşadığımız toplumun farkına bile varmadan soluduğu zehirlerdir. Bir nesnenin sivri yerine bedenimizin bir yerini çarptığımız zaman nasıl acı duyuyorsak, herhangi bir sivri düşünceye çarpan ruhlarımız da aynı acıyı duyar ama tek bir farkla! Bedenimizde oluşan morarma bir zaman sonra geçer, canımızın nasıl yandığını unuturuz. Ancak, aldığı darbeyle ruhlarımız bir ömür boyunca acı çekmeye devam eder.
- Bir doğru seçmeniz gerekiyorsa eğer, kendi doğrunuzu kendiniz seçin.
- Hatanın kimde olduğunu bulmanız gerekirse günün birinde, kendi hatalarınızı da gözünüzün önüne getirin.
- Neyin yanlış olduğuna karar vermeden önce, gelecekte yaşanması olası şeylerin her an tetikte beklediğini ve hayatın sizleri nereye sürükleyeceğini bilmediğinizi hatırlatın kendinize…
Ortak ahlâki ve toplumsal değerlerimizde esneklik göstermemiz gereken; az da olsa, karşımıza sık çıkmasa da durumlar mevcuttur. Şiddetle reddetmemiz, yok saymamız veya görmemezliğe gelmemiz bu gerçekliği değiştiremez. Doğru veya yanlış da kılmaz! Altında yatan sebepler, ortaya çıkan sonuçlardan çok daha önemli ve gerçektir.
Ailelerimizin üzerimizde bıraktığı etkiler asla yadsınamaz, yadsınmamalı da! İyiyse eğer ne alâ. Ama ola ki kötüyse… Çabala, kurtar kendini; sakın durma!
İnsanlık yolundan saptığımızda ardına sığındığımız her bahanemizin temelinde bir gerçek yatsa da, yine de koca bir yalandan başka bir şey değildir.