Bir varmış, bir yokmuş… Çok uzun yıllar önce, insanlar geceleri aya bakarak günleri, ayları ve yıldızların hareketlerini hesap ederken, Balkanlar’da yaşayan halk da kendi geçim derdinin peşinden koşuyor, ancak ilimden uzak kalıyormuş. İlim dediysem de; simya ya da geometri ile uğraşanlardan değil; ihtiyarlardan duydukları ölüm, kader, kısmet gibi adetlerle ilgilenmekten vazgeçmiş olmalarından bahsediyorum.
Şimdi sizlere anlatacağım hikaye, gerçekten de bizim buralarda yaşanmış, diyorlar…
**
Manastır köylerinde yaşayan bir aile, oğulları için başka bir kasabadan, Struga’dan bir kız istemiş. Geline söz kesip seneye düğün yapacaklarına dair anlaşmışlar. Bu süre içinde gelin, çeyizinde ne eksiği varsa hazır edermiş.
Size demiştim, o zamanlar Manastır köyünden Struga’ya at arabalarıyla gitmek üç gün sürermiş.
Bir yıl geçmiş, erkek tarafı hazırlanmış ve ailesiyle birlikte gelini almak için yola koyulmuşlar. Üç at arabası dolusu erkek, kadın ve çocuk, türkü söyleye söyleye yol boyunca ilerlemişler. Akşam olunca, ilk geceyi at arabasında geçirmişler; bazı erkekler ise nöbetteymiş. Ne de olsa geçtikleri yol dağlıkmış, “Ay iner, kurt çıkar,” diyerek hep tetikte durmuşlar.
Sabah olunca tekrar yola koyulmuşlar. Böylece ikinci geceyi de atlatmışlar. Bukova yokuşunu çıkarken, yüksek kayalardan kocaman, kara bir yılan inip yollarını kesmiş. Erkekler tüfeklerine davranmış ama yılanın büyüklüğünden çok korkmuşlar.
İhtiyarlar; “Yılanın gitmesini bekleyelim.” deseler de yılan yerinden kıpırdamamış. Yüzü onlara dönük, tıslayarak bakıyormuş. Anlatılanlara göre, yılanın derisinde pullar yerine tüyler varmış. Kimisi onun sıradan bir yılan olduğunu söylerken, çoğu bunun bir ejderha olduğunu iddia ediyormuş.
Beklemişler, beklemişler ama yılan kıpırdamamış ve birden konuşmaya başlamış:
“Türküler söyleye söyleye nereye gidiyorsunuz?”
Herkes bir titremiş, dilleri lal olmuş. “Nasıl olur da bir yılan konuşur?” diye düşünürken, yılan sorusunu tekrarlamış.
İhtiyar bir kadın cesaretini toplayıp:
“Gelin almaya gidiyoruz,” demiş.
Yılan gülümsemiş:
“Peki, bana ne hediye getireceksiniz?” diye sormuş.
Kadıncağız ne diyeceğini bilemediğinden:
“Gelinin çeyizinden sana bir eşarp, mendil getireceğiz. Şimdi bize yol ver de geçelim,” demiş.
Yılan diklenerek:
“Sizi burada bekleyeceğim. Bana söz verdiğiniz hediyeyi getirin. Şimdi varın gidin.” demiş ve yoldan çekilip bir köşeye sinmiş. At arabalarının gözden kayboluncaya kadar arkalarından bakmış.
Erkek tarafı gelin evine varmış, eğlenmişler, oynamışlar, birkaç gün orada misafir olmuşlar. Ancak bu arada yılanı da unutmuşlar.
Gelin alma vakti gelmiş, kız ailesinin ellerini öperek onlara veda etmiş ve Manastır’ın köyüne doğru yola koyulmuşlar. Bir gece yolda dinlendikten sonra, sabahın ilk ışıklarıyla tekrar yola çıkmışlar.
Yine yol boyu türküler söyleye söyleye giderlerken, en son yılanı gördükleri köşeye geldiklerinde, birden yılan tekrar yola çıkmış. Onu görenler, yılana verdikleri sözü hatırlamış ama yapacakları bir şey yokmuş. Çünkü hediye almayı unutmuşlar.
Yılan boynunu uzatarak:
“Bana söz verdiğiniz hediyeyi getirdiniz mi?” diye sormuş.
Herkes birbirine bakmış ama kimse cevap vermemiş.
Yılan sorusunu tekrarlamış ve cevap beklemeye başlamış.
İhtiyar kadın, gelinin elinden pullu mendilini alarak:
“İşte, senin hediyen.” demiş.
Yılan çok mutlu olmuş ve:
“Hadi, o mendili başıma, sırtıma ya da kuyruğuma bağla,” demiş.
Kadıncağız korkudan yerinden kıpırdayamamış. Yılan, kadının korktuğunu bildiği için ona:
“Korkma, sana zarar vermeyeceğim. Sadece mendili hangi yerime bağlayacağına iyice düşün ve karar ver,” demiş.
Kadın, at arabasından inmiş. Korka korka yılana yaklaşmış. Mendili elinde evirip çevirmiş, başına bakmış, aslında başına bağlamaya cesaret edememiş. Kuyruğuna bakmış, kuyruğunun ucu ağaçların arasında olduğu için ona da cesaret edememiş.
“En iyisi sırtına bağlayayım,” diye düşünmüş ve mendili yılanın sırtına bağlamış.
Sonra hızlı adımlarla at arabasına doğru yürümüş.
Yılan, yüksek sesle:
“Mendili eğer başıma bağlasaydın; o zaman ölüm gençleri bulacaktı. Mendili kuyruğuma bağlasaydın; o zaman yalnızca ihtiyarlar ölecekti. Ama sen mendili sırtıma bağladın… Bu yüzden bebekler, gençler, orta yaşlılar ve ihtiyarlar ölecek. Kimse ölümün ne zaman geleceğini bilemeyecek. Bu sözümü gördüğün, bildiğin herkese anlat. Anlat ki onlar da başkalarına anlatsın.” demiş.
Bunu söyledikten sonra, yılan dağdan aşağı doğru süzülerek gözden kaybolmuş.
İşte o günden beri, ölüm meleği bebek, genç, yaşlı demeden herkesin canını alır olmuş.
Şimdi bu hikayeyi ben sana anlattım, sen de başkasına anlat…