Kadının hikâyesi başlayalı epey olmuştu aslında. Fakat öykünün tam da bu kısmı yeni bir sayfada yer alıyordu. Kırgınlığı -belki de kızgınlığı- kimeydi bilmiyordu. Ağlasa ağlayamıyor, haykırsa sesi çıkmıyordu.
Gece yetişti imdadına, avucunu açıp sımsıkı tuttu. Avuç içlerine kadar buz gibi terliydi kadın. Islak bir bez misali önce alnını sonra boynunu hafifçe serinletti gece. Ufaktan serin bir de rüzgâr esti. Belli ki gece, rüzgâra el etmişti.
Kadının haline dayanamadı. Usulca bir şarkı mırıldandı kulağının dibinde. Tek isteği kadının şifalanmasıydı. Ardından ince bir pike misali omuzlarına bıraktı gölgesini. Rahat uyusun diyeydi hepsi. Ve sabah olana dek baş ucundan ayrılmadı kadının.
Tan yeri ağarmak üzereydi. Güneş saklandığı yerden çıkmak için sabırsızlanıyordu. Gece ise yalvarır gibi baktı güneşe. Ve birkaç saniye daha kadının yanında kalıp öylece izledi uykudaki masumiyetini. Gün doğdu.
Kadın birkaç saat sonra ovuşturarak açtı gözlerini. Sanki yeniden doğmuş gibi kalktı yataktan. Ne dert ne tasa vardı omuzlarında. Şifalanmıştı belli. Gülümsedi aynadaki yansımasına. Giyindi, süslendi harika bir gün geçirdi. Enerjisi tüm günün koşturmasına yetti de arttı. Yine de uyku çöktü akşamüstü. Esneyerek gerildi. “Ah bir gece olsa da uyusam” deyiverdi. Gece, bu sözleri iştir işitmez çevirdi başını güneşe ve baktı yine rica dolu gözlerle. Derken her zamankinden hızlı battı güneş. Gece oldu. Kadın sakin bir uykuya daldı. Gece; yine sabaha dek onu izledi, öyle derin öyle sessiz öyle aşkla.
Kadın aşığından habersiz bir sabaha yeniden göz kırptı…
Gece miydi sevdiğini bekleyen kadın mıydı gündüzü düşleyen bilmem ama bu da böyle bir hikâyeydi işte.
Her aşk kendi öyküsünü yazar ya hani, işte kadınla gecenin dile düşen hikâyesi.